Son günlerde gündemdeki tartışmaların önemli bir ayağını, ‘devlet’e sızılması ya da onun bir kesim tarafından sahiplenilmesi, ‘devlet’e itiraz edenlerin cezalandırılmaya çalışılması veya ‘devlet’ öncelikli bir hükümet tarzının uygulanması gibi iddialar oluşturuyor. ‘Sivil’ olduğu iddia edilen taleplerin önünün kesildiği itirazlarıyla birlikte gelişen bu yöndeki tezlerde ‘devlet’in topluma yeni bir tasallatuyla karşı karşıya olduğumuz ileri sürülüyor. Kendi içinde çok fazla çeşitlilik taşımasa da ve hep aynı eksende gelişen bir hattı olsa da, son günlerdeki tartışma bağlamında kalındığında, bu yöndeki tezleri iki kısımda tasnif etmek mümkün.
Birincisinde, daha soyutlama düzeyinde kalan bir ‘devlet’ tanımından hareketle, aslında ‘devlet’in, ebed müddet tasallutçu olduğunu; toplumu, kendi kafasındaki bir modele göre biçimlendirmeye çalıştığını; ‘devlet’ dışında “bir şey” ol(un)masına müsaade etmediğini iddia eden bir okumaya başvurulur. Kutsaldır bu devlet, aşkındır, kendisine soru sorulmasını ya da itiraz edilmesini değil itaat edilmesini bekler. Sıfatlarını alabildiğine uzatabileceğimiz ve sınırsız sayıda adlandırmayla tanımlayabileceğimiz bu ‘devlet’, aslında soyutlamaya dayalı olduğu için; arkasında liberal bir gelenek olduğu halde, bu liberal görüşü taşıyamayacak bir entelektüel pespayelikle de takdim edildiği için; popülist algıda kendisini pazarlayabileceği bir dili kullandığından, ‘popülist liberallik’ diye tarif edebileceğimiz bir yola başvurduğu için, hedefine koyduğu ‘devlet’i, soyutlamanın kendisine verdiği enerjiyle, ne kadar negatif bir tarife başvurursa başvursun, olabildiğince coşkulu bir şekilde tanımlar.
Örneğin, bu ‘devlet’in “iştahı kabarır”; “kıskançlaşır”, “hırçınlaşır”, onun modeline uymayanları kendisine “şirk koşul”muş addeder. Bu öyle bir devlettir ki “varlığın da yokluğun da kaynağı” odur. Ona karşı çıkılırsa “sadakatsizlik” edilmiş olur; oysa kendisine “kulluk” edilmesini bekler. Örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz bu ifadelerde ilk dikkat çekilmesi gereken husus, bazılarında ‘insani’ sıfatların kullanılması ve bazılarında da hayli teolojik çağrışımlarla yüklü olmasıdır. Örneğin, “iktidara ‘erdiğinizde’” gibi ifadelerde aslında bir ‘iktidar’ tanımı mı yapılıyor yoksa aslında ‘iktidar’ı tanımlamaktan imtina mı ediliyor? Ya da ‘devlet’in “varlığın da yokluğun da kaynağı” olması ne anlama gelir? Vecde kapılmış ya da ‘ermiş’ bir dilin kendinden geçmiş sınırsızlığı dışında?
Özneliği devlette kaybetmek!
Dilindeki bazı teolojik çağrışımların anlamlarını bilemeyecek kadar cahilane (ya da halihazırdaki gündemde, toplumsal kesret içindeki tikel grupların ‘vahdet’ci iddialarını cihanşümul addetmemizi isteyecek kadar ceberut) bu ‘devlet’ tanımlamalarında aslında tartışılması gereken (mesela insanların mahremiyeti; özel hayat; özel girişimciliğin ne olduğu, ne olmadığı; dershanelere dair düzenlemelerin demokratik olarak da, özel girişim olarak da ne anlama geldiği gibi) meselelerde, bırakınız ‘liberal’ini, herhangi bir argüman bile yoktur aslında. ‘Siyaset’in işlevinin sınırlandırıldığı; siyasal öznelik pozisyonlarının tamamıyla yok kabul edildiği böyle bir dilin açabileceği tek alan, rayici yüksek bir takım kavramların arkasına saklanarak kazandığın muğlak mevkiden, muhatabından ‘hak’ talep etmektir; ama o muğlak mevkiin ister istemez k