GAZZE 2009 katliamı, insanlığın önünde bir suç abidesi olarak duruyor. Yaşanan dram, katliamdan savaş suçlarına, ahlakın sükût etmesinden siyasi intihara kadar geniş bir alana yayılıyor. Son Gazze saldırıları, uluslararası sistemin iflas ettiğini, ‘İsrail istisnacılığı’nın kanun ve kural üstü olduğunu gösteriyor. Bu tutumuyla İsrail ve bir adım gerisindeki ABD yönetimi, ‘güçlü olan haklıdır’ diyor. Adalet, eşitlik, demokrasi, insan hakları, insan hayatının kutsiyeti, ötekine saygı... Gazze’deki çocuk cesetlerinin önünde bütün bunlar boş birer söz haline geliyor.
Gazze 2009 katliamı ‘Bizden neden nefret ediyorlar?’ sorusuna can yakıcı bir cevap olarak da okunabilir. Sizden, yani kadın ve çocukları öldürmeye ‘terörle mücadele’ diyen, Gazze’yi yerle bir etmeyi ‘kutsal bir misyon’ olarak gören, bu kirli savaşı ‘Batı’nın medeni değerleriyle dinci bir hareket arasındaki mücadele’ olarak tanımlayan Tel Aviv ve Washington’daki politika yapıcılardan nefret ediyorlar. Çünkü onlar insan kanının bu kadar ucuz olmadığını biliyorlar. Çünkü onlar sizi hiç bir mahkeme yargılayamasa da dünya kamu vicdanında mahkum edildiğinizi biliyorlar. Çünkü onlar savaşta bile onurlu hareket etmenin uluslararası antlaşmalarla garanti altına alındığını biliyorlar.
Gazze 2009 savaşı, Bush yönetiminin giderayak Ortadoğu’ya ve dünyaya hediye ettiği son felaket olarak tarihe geçecek. Bush’un ABD başkanlığını takip edenler, bu sonuca muhtemelen şaşırmadılar. Afganistan ve Irak niye işgal edildiyse, Ebu Gureyb, Guantanamo ve daha bilmediğimiz onlarca hapishane neden kurulduysa, binlerce kişi neden işkenceden geçirildiyse, on binlerce kişi neden fişlendiyse, 11 Eylül’den bu yana ülkeler ve uluslar bir bütün olarak neden aşağılanıp taciz edildiyse, Gazze’deki katliama da Amerika aynı zeminde yeşil ışık yakıyor. Amerikan yönetimleri yarım asırdır ‘İsrail hata yapmaz’ diyerek politika yapıyorlar. Bütün Ortadoğu politikası ve Filistin sorununa yaklaşımı bu ilkeye göre şekilleniyor.
Bush’un jubilesi
Yeryüzündeki dost düşman istisnasız bütün devletlerin politikalarını eleştiren, Cumhuriyetçi ya da Demokrat, Washington’ın politikalarına sert tenkitler yönelten Amerikalı politikacılar nasıl oluyor da İsrail’i bütün bu kategorilerin dışında tutuyor? ‘İsrail başka’ tutumu nereden kaynaklanıyor? İsrail’e verilen ve 2008 itibariyle 200 milyar dolara yaklaşan ABD ekonomik ve askeri yardımı (ki buna yüz milyarlarca dolarlık diğer yardımlar dahil değil) nasıl temin ediliyor? ABD silahlarının satımına ve kullanımına Türkiye dahil bütün ülkelerde sınır getiren Amerikan Kongresi, benzer tavrı İsrail’e neden göstermiyor?
Amerika’nın İsrail’e verdiği desteğin arkasında sadece ekonomik çıkarlar, başarılı lobi faaliyetleri yahut bir takım kötü ve karanlık adamların dünya hakimiyeti planları yatmıyor. Bütün bunları mümkün kılan bir ‘siyasi akıl’ var. İsrail’in intihar anlamına gelen politikalarını ve Amerika’nın bu politikalara verdiği şartsız desteği anlamak için bu siyasi aklı doğru anlamak gerekiyor. Amerika ile İsrail arasındaki özel ilişkiyi iki temel argüman etrafında anlamaya çalışabiliriz. Birincisi Amerika ile İsrail’in ulusal çıkarlarının her zaman ve şartta örtüştüğü, dolayısıyla iki ülkenin her konuda ortak hareket etmesi gerektiği fikri. İkincisi ise ahlaki bir tona sahip ve özetle ‘Diktatörlük rejimlerinin ortasındaki tek demokrasi adası olan İsrail’i korumak, Amerikan halkının ve devletinin ahlaki bir sorumluluğudur’ diyor.
Demokrasi kardeşleri!
11 Eylül’den sonra ABD’nin ulusal tehdit algısıyla İsrail’in Filistin’deki yayılmacı politikaları arasında doğrudan bir ilişki kurmak, ilk argümanın en önemli dayanaklarından biri. Amerika’nın mücadele ettiği ‘uluslararası terörizm’ ile İsrail’in bir türlü bitiremediği Filistin direnişi aynı kefeye konuyor. Dün Yaser Arafat’ı ‘en büyük terörist’ ilan eden çevreler, şimdi Hamas’ın barışın önündeki en büyük engel olduğunu söylüyorlar. Dönemin İsrail Başbakanı Sharon, New York Times’ın kıdemli yazarları ve Sharon’un açık destekçilerinden William Safire’a 2001 Aralık’ında ‘Siz Amerika’da teröre karşı savaş halindesiniz. Biz İsrail’de teröre karşı savaş halindeyiz. Bunların ikisi de aynı savaş’ diyordu. New York Times’ın sayfalarında yer bulan bu sözler hiç gecikmeden onlarca gazetede, televizyon programında, yerel haberlerde, panelde, konferansta ve İsrail yanlısı araştırma kuruluşlarının raporlarında motamot tekrar ediliyor. ‘Network’ iş başında olunca, söylem inşası çabuk ve pürüzsüz ilerliyor.
11 Eylül’ün akabinde yaşanan bir başka örnek: 20 Eylül 2001’de, yani 11 Eylül’den sadece 9 gün sonra Bush’a bir mektup gönderen Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi grubu (ki bu grup o çok meşhur Neo-kon’lardan oluşuyor) İsrail’i ‘uluslararası terörizme karşı Amerika’nın en sağlam müttefiki’ olarak tanımlıyor ve Amerikan başkanını ‘kardeş demokrasimizi kayıtsız şartsız desteklemeye’ çağırıyordu. Grubun tavsiyeleri arasında, Arafat liderliğindeki Filistin’e her tür destek ve yardımın kesilmesi de yer alıyordu. 11 Eylül saldırıları ile İsrail’in güvenliği arasında bu kadar hızlı ve dolaysız bir irtibat kurulması ve bunun 11 Eylül saldırılarının şoku devam ederken yapılmış olması bir tesadüf değildi şüphesiz.
İsrail lobisi işten attırdı
Sadece bu çağrıda bile İsrail’in propaganda makinesinin nasıl işlediğine, hangi araçları kullandığına dair önemli ipuçları var. 1) İsrail’in Amerika’nın en büyük ve hayati müttefiki olduğu iddiası. 2) İki ülkenin uluslararası terörizme karşı aynı savaşı verdiği, bu yüzden ‘kader birliği’ yapmak zorunda olduğu. 3) Fetih veya Hamas, Filistin direnişinin topyekun terörist, anti-semitik, anti-Amerikan ve Batı karşıtı bir örgütlenme olduğu. 4) İsrail ile Amerika’nın aynı insani ve ahlaki değerlere, demokrasiye, vs. inandığı ve bu yüzden politik söylemlerde ortak hareket etmesi gerektiği iddiası. Bu iddialar arasında belki de en hayati olanı, İsrail’in çıkarlarıyla Amerika’nın çıkarlarının her zaman örtüştüğü tezi. İki Amerikalı akademisyen John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın kaleme aldığı ve neredeyse yazarların akademik hayatlarına mal olan The Israel Lobby and US Foreign Policy adlı kitap, tam da bu noktada bir büyük şehir efsanesini yerle bir edecek şeyler söylüyor. Washington’daki en iyi örgütlenmiş ve etkili lobinin İsrail lobisi olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Lobi, bu özelliğini korumak için her yıl milyonlarca dolar para harcar, insan yetiştirir, networkler kurar, kampanyalar yürütür, politika yapıcılardan medyaya ve kamuoyuna kadar hiç bir alanı boş bırakmaz. ‘Lobi kültürü’nün yaygın ve meşru olduğu ABD siyasetinde, böyle bir lobinin olması makul bile karşılanabilir. Washington siyasetini takip eden herkes bu gerçeği bilir.
Fakat The Israel Lobby kitabının lobiyi feveran ettiren asıl tezi, İsrail ve ABD çıkarlarının her zaman örtüşmediği gerçeği. Mearsheimer ve Walt’a göre iki ülkenin ulusal çıkarları arasında zorunlu bir uyum ilişkisi hiç bir zaman olmamıştır. Lobinin iddialarının tersine, iki ülkenin menfaatleri çoğu zaman çatışmış ve dahası İsrail, Amerika için giderek büyük bir yük ve ‘stratejik maliyet’ haline gelmiştir.
Amerikan politikalarının Ortadoğu ve İslam dünyasında şüphe ve giderek nefretle karşılanmasının başlıca sebebi, İsrail eksenli bir Ortadoğu politikası izlemesi. Tarihte hiç bir süper güç böyle bir miyopluk içinde olmamışken ardı ardına gelen ABD yönetimleri, Lobi’nin etkin çalışmaları sonucunda aynı politikayı izlemeye devam etti. Obama’nın Gazze katliamı karşısındaki suskunluğu da aynı politikanın devam edeceğini gösteriyor. Eğer böyleyse ‘Obama rüyası’ndan henüz uyanmamış olanlara duyurulur!
Obama rüyası sona mı erdi?
Amerika, bütün Ortadoğu ve İslam dünyasıyla ilişkilerini feda etme pahasına İsrail’e şartsız destek veriyor. Bu tek taraflı ve miyop destek, aynı zamanda ABD ile İslam dünyası ve İslam-Batı ilişkilerini de zehirliyor. Batının siyasi değerleri ve kurduğu uluslararası sistem pek çok sorunla karşılaşıyor. Ama bu sorunların hiçbiri Filistin meselesinde olduğu kadar açık-seçik ortaya çıkmıyor. ‘İsrail hata yapmaz’ yaklaşımı Batı eksenli uluslararası sistemin hem değer hem de uygulama düzeyinde tükendiğini gösteriyor. Gazze’de çocuk cesetleri morgları doldururken değişim, adalet ve barıştan bahsedilebilir mi?
Filistin ve Ortadoğu konusunda İsrail propaganda makinesinin başarısı, ‘imaj üretim’ sürecindeki maharetinden kaynaklanıyor. Rahmetli Edward Said, Oryantalizm’de Batı’nın İslam tasavvurunu tartışırken bir noktaya dikkat çeker: Akademisyen, edebiyatçı, sanatçı, yönetmen, politikacı, gazeteci, lobici, uzman, gözlemci ve araştırma kurumlarından oluşan geniş ve karmaşık bir ‘bilgi ve imaj networku’nun oluşturduğu imgeler, bir zaman sonra ‘sahte’, ‘yalan’, ‘uydurma’, ‘kasıtlı’, vs. olmanın ötesinde nitelikler kazanırlar. Network’un inşa ettiği şeyin kendisi ‘gerçeklik’ ve ‘hakikat’ haline gelir. İmaj, gerçekliğin yerini alır ve imajı yöneten, gerçekliği yönetmeye başlar. CNN, Hamas’ın (ev yapımı) Kassam füzelerinin düştüğü yeri gösterir ve Sderot kasabasındaki sivillerin nasıl bir travma yaşadığını anlatır. Ama Gazze’yi kana bulayan Amerikan yapımı füzelerin hangi yuvaları yıktığını, hangi çocukları öldürdüğünü vermez. Zira bunlar Network’un açıkça veto ettiği imajlardır.
Bir tarafta korkutma ve sindirme politikaları, öte tarafta Filistin ve Ortadoğu sorununu dünya ve Amerikan kamuoyuna anlatacak güçlü bir siyasi dilin inşa edilememiş olmasından dolayı ABD basınında akla ziyan bir tek seslilik hákim. Bir İsrail gazetesi olan Haaretz’de çıkan eleştirel yazılara belli başlı Amerikan gazetelerinde rastlamak için epey araştırma yapmanız gerek. Çok şükür ki İsrail ve Amerika tarafında hakşinas ve cesur insanlar da var. Sholomo Ben-Ami, Simha Flapan, Benny Morris, Ilan Pappe, Tom Segev, Avi Shlaim, Zeev Sternhell, Israel Shamir ve Noam Chomsky, İsrail ve Amerika’nın irrasyonel politikalarına karşı koyabilen isimlerden bazıları. İntihar anlamına gelen İsrail ve Amerikan politikalarının arkasındaki akıl tutulmasını kavramak için yeni bir siyasi dile, yeni bir tahlil çerçevesine, yeni bir değerler skalasına ihtiyaç var. Gazze 2009 katliamı belki bazı şeylerin sanal olarak değil gerçekten sorgulanmasına vesile olur.