“1990’larda Komünist rejimlerin birer birer parçalanmasından sonra devlet gücünün yaygın olarak, siyasetten uzak uzman bir yönetim eliyle ve çıkarların koordinasyonu yoluyla kullanıldığı bir döneme girdik. Bu yeni siyaset tarzına biraz tutku eklemenin, insanları etkin şekilde harekete sevk etmenin tek yolu korkudan geçmektedir: göçmen korkusu, suç korkusu, dinsiz ahlaksız cinsellik korkusu, (yüksek vergilendirme ve kontrol yüküyle) aşırı büyümüş devlet korkusu, çevre felâketi korkusu, taciz korkusu (siyasi doğruluk korku siyasetinin liberal formuna örnektir).” Bu cümlelerin yazarı Marksist sosyolog Slavoj Zizek, 3 Ekim tarihinde Guardian’da yayımlanan makalesinde Avrupa’da yakın zamanda ortaya çıkan populist ırkçı eğilimin, ilerici liberalleri baskı altına aldığını, bunun sonucunda da bu yeni dönemde liberallerin çok kültürlülük ve tolerans anlayışlarının içinin boşaldığını ifade etmektedir. Bugünün çok kültürlülük anlayışı içinde, ötekinin nasıl olması gerektiği üzerine getirilen sınırlamalarla ötekinin öteki olmaktan bile mahrum bırakıldığını dile getiren Zizek, böyle bir siyasi ortamda göçmenlerin varlığına karşı izlenen sistemli “detoksun” direkt barbarlıktan, insan maskeli bir barbarlığa geçişten başka bir şey olmadığını iddia etmektedir.
Zizek’in hareket noktası olan Avrupa’nın Judo-Hıristiyan ve kültürel değerler ekseninde bir kimlik ve ruh bulma arayışında gün geçtikçe içe kapanması AB üyelik sürecindeki Türkiye tarafından da kaygıyla izlenmektedir. Bu kaygı, hemen her gün Avrupa’nın gidişatını eleştiren köşe yazılarında, televizyon programlarında, Türk siyasetçilerin açıklamalarında vücut bulmaktadır. Hiç de yersiz olmayan bu endişelere karşın, Zizek’in perspektifiyle Türkiye’deki siyaset sürecine göz atıldığında, aslında korku siyaseti üretmede Avrupa’dan çok da farklı olmadığını görmekteyiz. Bu noktada en ironik olan ise, Avrupa’da yükselen milliyetçilik ve dindarlığa en çok eleştiri getiren kesimlerin, Türkiye’de benzer bir korku siyasetine sarılmış olmalarıdır.
Türkiye’de topluma korku salarak siyaset yapmak ve siyasete etki etmeye çalışmak aslında yeni bir olgu değildir. Ancak son zamanlarda Türkiye’nin siyasal ve ekonomik yapısında gerçekleşen dönüşüme paralel olarak korkular, siyasete yön verme rekabeti içinde daha çok dile getirilmeye başlanmıştır. Daha birkaç yıl önce, AK Parti hükümetinin AB üyelik reformları kapsamında birçok yasayı meclisten geçirmesi, milliyetçilerin topluma AB’nin Türkiye’yi böleceği ve sömürgeleştireceği fikrini empoze ederek Sevr sendromunu hortlatmasına yol açmıştır. Bu çabaları hatırlamak için o zamanın gazetelerine göz atmak yeterlidir. Korkular üzerinden yürütülen bu siyaset, toplumun algısı üzerinde ciddi bir hasar bırakmış ve bunun neticesinde AB üyeliğine verilen destekte önemli bir düşüş olmuştur. Hiçbir hükümetin toplumda baskın olan algıya kayıtsız kalmayacağı gerçeğinden hareketle AK parti hükümetinin AB politikası yavaşlama sürecine girmiştir. Her ne kadar, müzakerelerin durma noktasına gelmesi, doğrudan Türk toplumunda AB’ye verilen desteğin düşmesine bağlanamazsa da, bu durum ilişkilerin seyrinde hükümetin göz önüne aldığı önemli bir değişkendir.
Türk halkında AB’ye karşı korkuları körükleyen yine bu çevreler, ironik bir şekilde Türkiye’nin Ortadoğu’da yürüttüğü aktif dış politika hamlelerini ise Batı’dan uzaklaşma olarak yorumlamaktadırlar. Bu sefer korku, Türkiye’nin Araplaşmasına yol açacak ideolojik bir eksen kayması fikri üzerine inşa edilmiştir. Dış politikada atılan her adımın karşısına yerleştirilen yeni korkular, daha milliyetçi, daha az toleranslı ve daha içe kapalı bir Türkiye gerçeği ile bizleri karşı karşıya bırakmaktadır.
Korkular sadece dış aktörlere karşı egemenlik kaybı kaygısı altında üretilmemektedir. Siyaset geliştirme kabiliyetinden uzaklaşılan her noktada yeni korkular icat edilmekte ve bu yolla halkı harekete geçirmenin, bir çıkar birliği sağlamanın peşine düşülmektedir. Kürt korkusu, azınlıklar korkusu, başörtüsü korkusu, yargının ele geçirileceği korkusu, muhafazakârlık korkusu siyasi konjonktüre bağlı olarak devamlı olarak hortlatılmaktır. 2009 yılında büyük heyecanla topluma duyurulan Kürt Açılımı, böyle bir korku üretiminin baskısına dayanamamış, sekteye uğramıştır. En temel kültürel hak taleplerini bile ayrılma istemi olarak lanse eden milliyetçi çevreler, topluma bu derin korkuları yerleştirmede belirli bir başarı elde etmektedirler. Bu anlamda, SETA’nın Pollmark’la 2009 yılında yürüttüğü ‘Türkiye’nin Kürt Sorunu Algısı’ adlı araştırmada ortaya çıkan bulgular, toplumun genelinde hâkim olan bir takım korkuların Kürt Sorunun çözümünde ne derece ciddi bir bariyer oluşturduğunu göstermesi açısından oldukça ilginçtir. Örneğin araştırmada, ‘Kürtler ayrı bir devlet kurmak istiyor mu?’ sorusuna Türklerin %71,3’ünün “evet” demesi, buna karşın ‘Ayrı bir devlet kurmak istiyor musunuz?’ sorusuna Kürtlerin sadece %30’unun “evet” demesi korku siyasetinin ne derece etkili olabileceğini ortaya koymaktadır.
Korkunun, etkin çözüm üretme konusunda yetersiz kalınan her konuda, halk desteği sağlayacak ortak bir çıkar sunması ve bol ateşli söylemlere izin vermesi siyasetin olduğu her alana sızmasına imkân vermektedir. Tartışma programlarının en iştah kabartıcı konularından biri olan başörtüsü de bunun son yıllardaki en çarpıcı örneklerinden biridir. Laikliğin başörtüsü ile birlikte ortadan kalkacağını ifade eden çevreler tarafından bu iddialar başörtüsüne izin verilmesi halinde açık öğrencilerin üniversitelerde eğitim hakkından mahrum bırakılacağı noktasına dahi taşınmıştır. Başörtüsü sorununa çözüm getireceği vaadinde bulunan CHP yeni lideri Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı başlarda umut verice olsa da, devam eden günlerde sorunun ana muhalefet partisi hatta bir kısım liberaller tarafından ‘türban ile başörtüsü’ ayrımı ekseninde, bir adlandırma sorununa indirgenmesi konunun içinin boşaltılmasından başka bir şey değildir. ‘Kimsenin eğitim hakkından mahrum bırakılması kabul edilemez ancak…’; ‘Örtünmeye değil türbana karşıyım!’ cümleleri ile başlatılan tartışmalarda başörtüsünün ancak belli bazı sınırlar içerisinde tolere edilebileceği ortaya çıkmıştır. Belli ölçüler içinde özgürleştirici gibi gözüken bu yaklaşım, Avrupa’nın ötekini öteki olmaktan dahi yoksun bırakan, ötekini karakteristik tüm özelliklerinden sıyırarak ardından özgürlükleri tanıdığı iddiasında bulunan yaklaşımından pek de farklı değildir
Her ne kadar burada bahsi geçen korkular somut bir gerçekliğe dayanmasalar da, burada asıl sorun korkuların algılar üzerinde etkili olabilmesi ve bu algıların siyaset sürecine yansıması, bunun sonucunda da siyaseti dönüştürebilmesidir. Korkular maalesef bu dönüşümü daha liberal ve özgürlükçü eksende değil, daha kısıtlayıcı ve içe kapanık bir temelde gerçekleştirirler. Bölgesinde liderlik için oynayan Türkiye’nin korkuların yol açtığı içe kapanma süreciyle karşı karşıya kalmasının maliyeti çok ciddi olacaktır. Türkiye’nin son on yıl zarfında geçirdiği siyasi, ekonomik ve sosyal dönüşüm her ne kadar ülkedeki kronik korkuların alevlendirilmesine ortam hazırlamış olsa da, Türk siyasetinin sorunlarıyla yüzleşmesini ve daha dışa dönük bir seyir izlemesini sağlamıştır. Bunun neticesinde Türk halkı bugün, Avrupa’da siyaset yapım sürecini giderek etkisi altına alan ve artan ölçüde dönüştüren korku siyasetine daha az prim vermektedir.