Yıllardır medyaya yön veren anlı şanlı köşe yazarlarının IŞİD’in Musul’u ele geçirerek Bağdat’a doğru ilerlemesi üzerine yazdıkları, son dönemlerde örneklerine sıkça rastladığımız AK Parti, Erdoğan ve Davutoğlu takıntısını bir kez daha gösterdi.
Gelişmelerin karmaşık dinamiklerini anlamak yerine, Türkiye’nin yakın gelecekteki siyasi takvimine gömülü takıntılarıyla, gizlemeye ihtiyaç duymadıkları bir fırsatçılıkla el ovuşturarak hesap görme iştiyakındalar. Oysa ne bölgede ve Musul’da yaşananlar, ne de Türkiye’nin dış politika parametreleri bu kadar basite indirgenebilir. Bölge yeniden şekilleniyor ve IŞİD benzeri selefi radikal örgütler, bu zeminde, bir çok farklı aktör ve dinamiğin etkisiyle güçleniyor.
Bu tür örgütleri besleyen en önemli dinamik, İslam coğrafyasının büyük bir kısmının, birinci dünya savaşı sonrasında sömürgecilik tecrübesi yaşaması, bağımsızlıklarını kazandıkları ikinci dünya savaşı sonrasındaysa yerli sömürgeci yönetim biçimlerine mecbur bırakılmasıdır. Anti-demokratik, otoriter, batıcı rejimler, siyasal katılım ve temsil kanallarını tıkadığı ölçüde bu tür radikal örgütlere uygun bir iklim sağladı.
Daha yakın tarihli bir dinamik, Rusya’nın Afganistan (ve Çeçenistan) işgalidir. ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi bir çok ülkenin de desteğiyle Rusya’ya karşı verilen mücadele; sınırları aşan, dayanışmacı, profesyonel bir cihat örgütlenmesinin ortaya çıkmasına yol açtı. El-Kaide ve Taliban bu koşullarda doğdu ve güçlendi.
Bugünü anlamamıza daha çok yardımcı olacak üçüncü kırılma, 11 Eylül (2001) saldırısı ve ABD’nin Irak işgaliyle (2003) yaşandı. Özellikle ABD’nin Irak işgali ve sonrasındaki politikaları, hem bölgenin etnik ve mezhepsel fay hattını açığa çıkardı hem de işgale ve sonrasında kurulan Şii yönetime karşı selefi örgütlerin mücadelesine uygun bir zemin oluşturdu. Maliki’nin Irak’ı Şiileştirme ve yönetimi Sünnilerden arındırma politikaları, Sünni aşiretlerle selefi örgütler arasında yakınlaşma ve işbirliğinin zeminini hazırladı. IŞİD’in 2010 sonrasında güçlenerek Suriye’de ve Irak’ın Sünni bölgelerinde anlamlı bir dirençle karşılaşmadan ilerlemeye devam etmesini bu çerçevede anlamlandırmak mümkün.
Daha yakın dönemli dördüncü kırılma, 2011 sonrasında yaşandı. Tunus’ta başlayıp kısa sürede Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki bir çok otoriter rejimi sarsmaya başlayan Arap Baharı, Müslüman Kardeşler ekolüne mensup veya yakın siyasi hareketleri kısa süre içinde iktidara taşıdı veya iktidarın en güçlü alternatifi kıldı. Bu sürecin başarılı olmasını istemeyen İsrail, Suudi Arabistan ve ABD başta olmak üzere bir çok devlet ve aktör; toplumsal desteğe sahip, demokrasiye uyumlu bu hareketleri boğmak adına bir yandan eski rejimlerin güçlenmesine destek verirken, bir yandan da radikal selefi örgütleri destekledi.
Bu projenin en önemli uygulama sahası Suriye oldu. Rusya ve İran doğrudan Esat rejimine, Suudi Arabistan öncülüğünde Körfez ülkeleri ise radikal selefi örgütlere destek verdiler. ABD ve Batı ise, Suriye meselesini Esat-radikal selefi örgütler makasına sıkıştırarak, savaşın sürmesinden yana bir tutum takındı. Suriye’deki iç savaş uzadıkça, etnik ve mezhepsel ayrışma derinleşti; Rusya ve Batı için Soğuk savaş, İran ve Suudi Arabistan için de Şii-Sunni eksenli vekalet savaşına döndü. Radikal selefi örgütler ise, Esat’tan çok birbiriyle savaşmaya başladılar. Bütün bu dinamikler, selefi radikal örgütlerin ve bu bağlam içinde değerlendirilebilecek IŞİD’in ortaya çıkmasına ve güçlenmesine imkan sağladı.
Bu gelişmelerin yanı sıra, ABD’nin bölgeye müdahil olma iştiyakı taşımadığını, İsrail’in güvenliğinin Batı için en önemli parametre olduğunu, bölgenin genelinde İran ve Körfez’in mezhep eksenli bir nüfuz mücadelesi yürüttüğünü, hem Irak hem de Suriye’nin bu mücadelenin uygulama sahasına döndüğünü, Kürtlerin hem Irak hem de Suriye’de mevzi kazandığını ve süregiden mezhep geriliminden etkilendiğini göz önünde bulundurmak gerekir.
Sonuç olarak, İslam dünyası, pek çok dinamiğin aynı anda yaşandığı dinamik bir süreçten geçiyor. Bu çok (f)aktörlü, dinamik ve kaygan zeminde, Türkiye, on yıl önceki dış politika parametreleriyle kıyaslanamayacak bir performansla sürece müdahil oluyor, olabildiğince az faturayla bölgenin dönüşüm evresini tamamlamasına katkıda bulunmaya çalışıyor.
Bu çok katmanlı gelişmeleri, bütün unsurlarından ayıklayarak Erdoğan ve Davutoğlu’na fatura çıkarmaya indirgemek ancak cehalet, kötü niyet ve fırsatçılıkla nitelenebilir.
[Akşam, 15 Haziran 2014]