Operasyon gerek Türk medyasında ve uluslararası medyada ve gerekse siyaset düzleminde her yönüyle geniş bir şekilde tartışıldığı için detaylarına girmeye hiç gerek yok. Bu nedenle bu operasyon üzerinden son dönem Türk dış politikasının temel çizgileri ve yönelimleri konusunda çıkarımlarda bulunmak çok daha faydalı olacaktır.
İlk olarak yapılması gereken tespit şudur ki, Şah-Fırat Operasyonu Türkiye’nin Ortadoğu’da gereksiz risklere girmeyi istemeyen bir politika izlediğini göstermektedir. Ankara’nınSüleyman Şah Saygı Karakolu’nu, sınırından uzakta, etrafı bugün itibariyle IŞİD tarafından çevrilmiş ve başta IŞİD ve PYD olmak üzere Suriye iç savaşının bütün aktörleri arasında şiddetli çatışmaların olması ihtimalini taşıyan bir bölgede bırakması çok büyük riskler içermekteydi. Bu karakola yapılacak herhangi bir saldırının Türkiye’yi Suriye iç savaşının doğrudan bir parçası yapma riski küçümsenemeyecek düzeydeydi. Özellikle IŞİD’in Irak ve Suriye’de yaptığı provokatif eylemler düşünüldüğünde, bu örgüt tarafından Türkiye için sembolik önemi çok büyük olan Süleyman Şah Türbesi’ne karşı yapılacak bir saldırının sonuçlarının çok ağır olacağına kimsenin itiraz etmesi mümkün değildir. Böyle bir saldırıda Türbe’nin tahrip edilmesi, onu koruyan askerlerin şehit edilmesi veya esir alınması ihtimalleri Türkiye ile IŞİD’i doğrudan karşı karşıya getirecekti. Musul Başkonsolosluğu’na yapılan saldırı sonucu Başkonsolos ve yanında bulunan çok sayıda görevli ve sivilin IŞİD tarafından rehin alınması sonrasında yaşanan gerilim ve hükümete yönelik eleştiriler hatırlandığında, Türkiye’nin Süleyman Şah Türbesi konusunda benzer bir riske girmekten kaçınması doğru bir davranış olmuştur. Bu şekilde Ankara, Ortadoğu’da maceracı bir dış politika izlemek istemediğini göstermiştir.
SONRASI İÇİN BİR ADIM
Türkiye’nin bu operasyonla Türbeyi ve Saygı Karakolu’nu sınıra yakın bir bölgeye getirmesi aynı zamanda Ankara’nın, ülkesinin askeri ve ekonomik kapasitesinin sınırlarını bilen bir politika izlediğinin göstergesidir. Bu kararı eleştiren bazı kesimlerin ileri sürdüğü gibi, Türbe ve Karakolun bulundukları yerde bırakılması ve buraya yapılacak saldırılara büyük askeri güçlerle cevap verilmesi Türkiye’yi uzun sürecek çatışmaların doğrudan parçası haline getirebilecek riskler barındırmaktaydı. Bu konuda, Türkiye’nin Suriye’ye çok fazla müdahil olduğu ve gereksiz yere bu savaşın içine çekildiği yönündeki eleştiriler hatırlanırsa, hükümetin bir yandan “vatan toprağı” olarak tanımlanan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu toprak parçasını olduğu yerde savunmadığı için eleştirildiği diğer yandan ise Suriye konusunda müdahaleci politikalar izlemekle suçlandığı görülmektedir.
Muhalefet partilerinin ve onlara yakın medya kuruluşlarının hükümetlere iç politik uygulamaları kadar dış politika adımları konusunda da eleştiride bulunmaları ve bu eleştirilerin birbiriyle zıt yönde olması başka ülkelerde de rastlanan bir durumdur. Ancak demokrasi kültürünün yerleşmiş olduğu ülkelerde bu eleştirilerin dozajının iyi ayarlandığı ve ülkenin milli çıkarlarına zarar verecek boyutlara ulaşmadığı görülür. Buna karşılık Türkiye’de dış politika konusundaki eleştirilerin, hükümeti her ne pahasına olursa olsun yıpratmak ve iktidardan uzaklaştırmak hedefiyle yapılması sık rastlanan bir durumdur. Bunda ülkemizde demokratik yollarla iktidar değişimi geleneğinin henüz tam anlamıyla yerleşmemiş olmasının payı büyüktür.
Muhalefetin bir kanadından gelen eleştiriler doğrultusunda hareket etmiş olması hükümetin Suriye konusunda tamamen kayıtsız kalması ve Esad yönetiminin halkına yönelik katliamlarına tepki vermemesi sonucunu doğururdu. Buna karşılık hükümetin muhalefetin diğer kanadından gelen isteklere göre politika izlemesi, Süleyman Şah Türbesi’ne yapılacak muhtemel bir saldırıda Türkiye’yi Suriye iç savaşının doğrudan tarafı haline getirirdi. Ankara’nın izlediği politika ise, bir yandan yanıbaşında büyük bir kaosa sürüklenmiş Suriye’deki gelişmelere kayıtsız kalmayıp, çatışmanın doğrudan tarafı da olmadan, dolaylı müdahalelerle bu ülkenin yeniden yapılanmasınınTürkiye’nin çıkarlarını tehdit edecek şekilde olmasını engellemeye çalışmaktır. Bunu yaparken de, Suriyeli mültecilere kapılarını açmak ve yardım etmek suretiyle bu ülkede yaşanan iç savaşın doğurduğu insanlık dramını elinden geldiğince hafifletmeye çalışmaktadır. Ankara, sayıları 2 milyona yaklaşan mültecilere kapıları açmanın kendi ülkesinde yol açtığı ve açacağı ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları bilerek böyle davranmaktadır. Bu da Türkiye’nin dış politikasının insani boyutunu oluşturmaktadır.
OPERASYON KABİLİYETİ
Yani Türkiye Ortadoğu’da zor durumda kalmış insanlara kapılarını açan, darbeyle iktidardan devrilmiş siyasilere destek veren, kendi tarihsel ve kutsal değerlerine sahip çıkan ve devlet gücünün her türlü silahları kullanarak saldırıda bulunduğu halklara destek olan bir politika izlemektedir. Ancak bunları yaparken dikkatli bir şekilde bölgesindeki ülkelerle kendisini savaşa sürükleyecek gelişmelerden uzak durmakta ve siyasi gerginliklerin ekonomik ilişkilerini olumsuz etkilenmesini mümkün olduğunca engellemeye çalışmaktadır.
Şah-Fırat Operasyonu aynı zamanda, Türkiye’nin gerektiğinde sınır ötesi bir operasyonu yapabilecek askeri kapasiteye sahip olduğunu göstermiştir. Ancak bu tür operasyonları gerçekleştirebilecek askeri, ekonomik ve diplomatik kapasiteye sahip olmak ile yabancı ülke topraklarında uzun süreli çatışma maceralarına girmek ayrı şeylerdir. Türkiye’nin son dönemde izlemiş olduğu Ortadoğu politikası, genel olarak bu ayrımın farkında olarak hareket ettiğini göstermektedir. Şah-Fırat Operasyonu sırasında PYD’nin kontrolü altındaki bölgelerden geçilerek Süleyman Şah Türbesi’ne ulaşılması, PYD ile herhangi bir çatışma yaşanmaması için gerekli tedbirlerin alındığını göstermektedir. Bu durum hem Türkiye’yi Suriye topraklarında gereksiz yere PYD ile çatışmaktan uzak tutmuştur hem de Türkiye’de yürütülen açılım sürecini olumsuz etkileyecek gelişmelere fırsat vermemiştir.
Operasyon sırasında IŞİD militanları ile çatışmaların yaşanmaması da, bu örgüte karşı Türkiye’nin askeri caydırıcılığının etkili olduğunun göstergesidir. Her ne kadar IŞİD’ten Türkiye’ye karşı provokatif saldırıların gerçekleşme ihtimali yüksek olsa da, zamanını Ankara’nın seçtiği ve yüksek güvenlik önlemleri altında gerçekleştirdiği bu operasyon sırasında Türkiye ile bir çatışmaya girme riskini göze alamamıştır. Bu Türkiye’nin izlemiş olduğu istikrarı önceleyen politika sayesinde mümkün olan bir caydırıcılıktır ve bölgedeki Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerin IŞİD ve benzeri ülkelere karşı böyle bir caydırıcılığa sahip olmadıkları bilinmektedir.
Şah-Fırat Operasyonu’nun zamanlaması aslında Türkiye’nin IŞİD’e karşı artık daha etkin bir mücadele yürüteceğinin bir işareti olarak da okunabilir. Yabancı savaşçılar sorununun giderek Türkiye’yi daha fazla rahatsız etmesi ve IŞİD’in bölgedeki provokatif eylemlerinin her geçen gün artması bu örgütü Türkiye için daha tehlikeli hale getirmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ile imzalanan “Eğit-Donat Anlaşması” da Ankara’nın IŞİD karşısında daha temkinli politika izlemesi gerektiğinin bir göstergesidir. Böyle bir ortamda Türkiye’nin Şah-Fırat Operasyonu ile Süleyman Şah Türbesi’ni ve onu korumakla görevli askerleri IŞİD tehdidinden ve IŞİD-YPG çatışmasının ortasından çıkarıp Türkiye sınırına yakın Eşme köyüne nakletmesi önleyici bir müdahale olmuştur ve böylece bu örgütler karşısında Türkiye’nin rahat hareket etmesini engelleyecek muhtemel bir olumsuz gelişmeye müsaade edilmemiştir.
[Star Açık Görüş, 1 Mart 2015]