Kürt sorunu, Alevilik, asker-sivil ilişkileri ve laiklik gibi konularda işlerin daha da karmaşıklaştığına yönelik algı bu alanlardaki sorunların görünürlük kazanmasından kaynaklanmaktadır.Türkiye sancılı bir dönemden geçiyor. Bu sancının neye gebe olduğu konusunda ise umutlar ve kaygılar var. Kaygılar, böyle gelmiş böyle gider sözüne yaslanıyor, bundan sonrasının daha kötü olacağı inancıyla sürüyor. Umutlar ise başka türlüsünün de mümkün olabileceğini, çözümün algılandığı kadar zor olmadığını haykırıyor. Evet, algılar bazen gerçekliği örter, çözümün önünü tıkar. Son zamanlarda böylesi bir çözümsüzlük algısını demokratik açılım konusunda görmek mümkün. Bu algı çözümün gerekli şartlarından olan tartışma ortamını da olumsuz şekilde etkilemektedir.
Fakat bu topraklar birikimiyle meseleye bir çözüm bulmaya muktedirdir. Türkiye'de farklı etnik yapıların ve kültürlerin bulunması bir karmaşa değil, harmonidir. Farklılıktan doğan bu zenginliği ekonomi-politik bir varlık olarak insanın 'homo economicus'ta birleşmesinden öteye Anadolu'nun herhangi bir yerinden yakın coğrafi çevresine uzanan ortak tarih, din ve kader birlikteliğinin bir sonucu olarak görebiliriz. Bu birlikteliğin ortaya çıkardığı ortak akıl, meşruiyetini 'vicdan'dan aldığı üzere meselelerin çözümünde yeni bir vizyon çizmeye muktedirdir. İster bunun adını Alevilik koyun, ister Kürt sorunu, ister ise azınlıklar meselesi bütün sorunların ortak bir noktada çözüleceği sağduyunun ve ortak aklın buluşacağı bir bileşen vardır. Nitekim bu ortak aklın bir yansıması olarak kamuoyunda dile getirilen çözüm talepleri hep empatiye açık, kendini bir ötekinin yerine koymaya doğruydu. Bu öyle bir akıl ki gerçekten vicdanlı sosyalisti, liberali yâda muhafazakârı sorunun çözümü noktasında aynı noktada birleştirebilmektedir.
Demokratik açılımda uygun bir tartışma zemini oluşturmak
Bununla birlikte demokratik açılımda ortak bir noktada buluşmak ve algıları yönetmek kolay olmayacaktır. Bu noktada ihtiyaç duyulan şey bir kamuoyu diplomasisi olarak, algıların yönlendirilmesi değil, ortak bir zeminde buluşma zorunluluğudur. Türkiye toplumunun sosyal bünyesi, demografik yapısı ve ekonomi-politik durumu buna uygundur. Kürt sorunu, Alevilik, asker-sivil ilişkileri ve laiklik gibi konularda işlerin daha da karmaşıklaştığına yönelik algı bu alanlardaki sorunların görünürlük kazanmasından kaynaklanmaktadır. Sorunların gün yüzüne çıkması çözüm noktasında da genel bir referansı beraberinde getirmektedir. Bu referans, kuşkusuz hem uygulamada hem de zihniyette hazmedilmiş, batı standartlarında bir demokrasi anlayışıdır. Sivil ve bürokratik alana intibak etmiş böyle bir 'demokratik zemin', Türkiye'nin sorunlarını da yönetilebilir kılacaktır. Aksi takdirde kendi iç konsolidasyonunu sağlamakta başarısız bir ülkenin bölgesel ve küresel konularda rekabet etmesi zorlayacak, içteki karışıklıklar ve istikrarsızlık, dışta Türkiye'ye pozisyon kaybettirecektir.
Fakat bu gün geldiğimiz noktada sürecin başat aktörleri olan siyasiler demokratik bir zeminin Türkiye için ne ifade ettiğini konusunda kafa karışıklıkları içinde gözüküyor. Sürecin başat aktörü olan iktidar partisinin söylemi başlı başına bir inceleme konusu şimdilik bunu bir kenara bırakarak muhalefetin söylemine şöyle bir göz atalım.
DTP'nin söylemi
Eski DTP yeni BDP'nin demokratik açılım boyunca geliştirdiği siyasal söylemine şöyle kabaca bir bakacak olursak, söylem zeminin bir takım temel paradokslar üzerinden yürüdüğü söyleyebiliriz. Kimlik siyaseti üzerinden yürüyen bu söylemde kimliğin sosyal ve bireysel bünye üzerindeki tesiri anakronik bir okumayla yapılmaktadır. Kimlik, insanların anlama ve tecrübe kaynağıdır. Bu anlam ve tecrübe kaynağının köklerine inmeyen, bunu bütün bileşenleriyle anlamaya çalışmayan indirgemeci bir anlayış, Türkiye'deki bütün etnik ve dini unsurlarda olduğu gibi Kürtler için de eksik ve sonuçsuz bir tanımlama çabası olarak kalacaktır. DTP'nin yakın dönemdeki kimlik siyasetine ve bu siyaset üzerinden ürettiği söyleme baktığımızda açıkça bunu görebiliriz. Kendisini bölge partisi olarak konumlandıran Demokratik Toplum Partisi diğer yandan bir bölge partisi olmanın asgari gerekliliği olarak bölgedeki istihdam, eğitim yada sosyal sorunlara politik bir çözüm sunmamıştır. Bu da bir anlamda partiyi paradoksal olarak mevcudiyetini devam ettirmek için hep başa dönen bir siyasete, kimlik siyasetine yöneltmiştir. Ancak şu da bir gerçek ki, bu indirgemeci kimlik siyaseti hedef kitle üzerinde kısmen başarılı oldu. Belirli bir kesim için DTP'nin geliştirdiği 'kimliğin siyasal söylemi' Kürtlüğün tamamına tekabül edecek şekilde gerçekliğin yerine ikame edilmeye başlandı.
CHP ve MHP'nin söylemi
Aynı söylem zemininin CHP ve MHP açısından ise Türk kimliği üzerinden yürütüldüğünü görmekteyiz. Demokratik açılım sürecinde iki muhalefet partisi tek millet, tek bayrak ve tek ulus söylemi üzerinden şiddetli bir şekilde etnik bölünmeye işaret eden bir dil kullandılar. Bu dil bir taraftan korkuları ve belirsizliği harekete geçirirken, diğer yandan da temelini dondurulmuş, dondurulmak istenen bir kimlik ve tarih algısından alıyordu. Böylesi bir söylem sorunlar karşısında kendi çözümünü sunmak, süreç oluşturmak yada devam eden süreçlere etki etmek yerine bizzat statükoyu bir çözüm olarak sunmaktadır.
Kabul etmeliyiz ki demokratik açılım sancılı bir süreç. Etki alanı hem muhatap düzeyinde hem de uygulama bağlamında çok parçalıdır. Gönderme yaptığı zihinsel ve psikolojik bağlamın süreç uzadıkça artma, bölünme ve belirsizleşme riski vardır.
Örneğin, demokratik açılımın bir parçası olan Kürt sorunu konusundaki gelişmelere verilen tepkiler farklı aidiyet grupları için değişmektedir. konu alt kümelerde bölünüyor, bölündükçe kaygılar azalıyor. Fakat üst kümelerde gruplar tekilleştikçe somut adımlara yönelik kaygılar artıyor. Örneğin Kürt Sorunu bağlamında kültürel haklar, ana dilde eğitim, Kürtçe TV konusunda merkezde yer alana muhafazakâr, milliyetçi yada laik olarak tanımlayabileceğimiz farklı siyasal aidiyet grupları farklı tepkiler verirken, PKK'nın tasfiyesi, silah bırakması, siyasalaşması ve noktasında tepkiler tekleşebilmektedir. Bu sancılı süreçte ister istemez toplumda bir çözümsüzlük algısı oluşturmaktadır. Peki, şimdi her şey daha mı belirsiz?
Dış politikanın ufuk açan tavrı
2007 yazının bahar ve yaz aylarında, genel seçimlere doğru, PKK saldırılarını sıklaştırmış ve şehit cenazeleri peş peşe gelmeye başlamıştı. Bu dönemde sıklıkla dile getirilen görüş Türkiye'nin sınır ötesi operasyonlar düzenlemesiydi. Barzani ve Talabani'nin sınır ötesi kara operasyonu söylentilerine karşılık verdiği cevaplar basın tarafından hamasi bir üslupla gündeme taşınmıştı. Sonuçta Türkiye ve Irak arasında bir krizin eşiğine gelindiği havası yaratılmıştı. Tartışmalardan bir yıl sonra Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu katıldığı bir tv programında o gün devam eden tartışmaları bir fotoğraf karesi olarak ele almış, bu gün Türkiye'nin bölgesindeki konumu ve devam eden süreçle karşılaştırmıştı. Nasıl oldu da Türkiye Kuzey Irak yönetimiyle savaş ve krizin eşiğinden bölgesel işbirliği yapacak konuma geldi? Bir çözümsüzlük algısı ve krizden nasıl bir çözüm çıktı? Kuşkusuz bu soruların cevabı Türkiye'nin o dönemde yürüttüğü dış politikadan bağımsız değildir. Değer eksenli politika uygulamaları bölgesel ve uluslararası işbirliğini esas almış ve o gün için sorun olarak algılanan olaydan kendini aşan bir çözüm çıkmıştı.
Yeniden demokratik açılım konusuna dönecek olursak, özellikle de 1999 yılından itibaren atılan adımlar, çözüm konusunda kamuoyunu ortak bir noktada birleştirmişti. 2008 ve 2009 yılında ki gelişmeler somut adımlar atılması yönündeki beklentilere cevaptı. Bu aynı zamanda Türkiye'nin iç konsolidasyonu için de kaçınılmaz bir gereklilikti. Terörün tasfiyesi yada yönetilebilir bir düzeye çekilmesi yönündeki adımlar iç ve dış politik dengeler/gerçeklikler göz önünde tutularak, bölgesel politikalar doğrultusunda bir takım girişimlerde bulunuldu. Bu süreç özellikle de İran, Suriye ve Kuzey Irak yönetimi ile geliştirilen ilişkiler bağlamında başarılı bir şekilde yönetildi. Türkiye 2008 yılında yumuşak gücünü bölge üzerinde hissettirmek için sert güç unsurlarını kullanmak ihtiyacı içinde iken 2009 yılında bölgesel entegrasyona doğru önemli adımlar attı. İran, Suriye ve Irak yönetimi ile güvenlik, tarım, enerji ve kültür alanında çok önemli anlaşmalar imzalandı. Bunun son örneği yakın zamanda Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Suriye gezisinde imzalanan 51 farklı anlaşmaydı. Türkiye'nin inisiyatif üstlenen bu politik anlayışı sorunlara yaklaşırken sergilenmesi gereken tutumlar konusunda ufuk açıcı olmuştur. Doğası gereği iç ve dış politikanın pratikleri birbirinden farklı olsa da, özünde soğukkanlı, meşruiyetini insani kaygılardan alan fakat bununla birlikte ayakları yere basan çözüme yönelik politikalar üretildiği takdirde Türkiye'nin önünü tıkayan bütün sorunlar çözülecektir.
Yeni Şafak - 07.01.2010