Siyasi partiler, farklı siyasi program ve görüşlere sahip olduğu için, bu farklılıkları üzerinden iktidar mücadelesini yürütürler. Demokratik araçlar ve yöntemler çerçevesinde halktan çoğunluğun desteğini alan parti, iktidarı; destek oranına göre diğer partiler ise muhalefeti temsil eder.
Muhalefet partileri, geliştirdiği siyasetle bir sonraki seçimde iktidar olmayı hedefler. Savunduğu siyaset, geniş toplum kesimleri tarafından uzun dönem kabul görmeyen ve yakın gelecekte de iktidar alternatifi olmayan siyasi parti ise, Türkiye’de olduğu gibi, çoğu kez siyaseten radikalleşir. Artık, iktidar olmayı hedeflemez. Daha çok kemikleşmiş tabanını bir arada tutmanın yöntemini geliştirir.
Üyelerini çoğaltmaya ve tabanını genişletme stratejisi ile uğraşmaya zaman harcamaz. Bunu çoğu kere denediğini ve başaramadığını düşünür. Onun hedefi, ülkenin sahici sorunlarına çözüm üretmek değildir. Ülkenin bekası, ekonomik gelişmişliği, toplumsal refahı, altyapı sorunu gibi somut konular onun siyaset odağına girmez. Bu konulara sadece seçim dönemlerinde popülist bir şekilde ilgi duyar.
Tüm siyasi enerjisini ve stratejisini, iktidarın hata yapmasına yoğunlaştırır. Negatif siyasetin araçlarını kullanarak, ülkenin hayrına olabilecek gelişmeleri bile engelleyerek, toplumla-iktidar arasındaki mesafenin bir an önce açılmasını hedefler. Bu anlamda, iktidara tuzaklar kurar. Demokrasinin kurallarına göre oynamaya meyilli değildir. Geniş toplum kesimlerini hedeflemek yerine, örgütlü çıkar gruplarına ya da stratejik elit gruplarının sözcülüğünü yapar. Halkın, eğitiminin zayıf olduğunu iddia ederek hata yaptığını ve eğitilmesi gerektiğini düşünür. Bu anlamda, halk yanlış yapacağını düşündüğü için her konunun halka sorulmasını istemez.
İktidar partisi de muhalefetin bu radikal siyasetinden sürekli teyakkuz hâlindedir. Dolayısıyla savunmacı bir pozisyonla meselelere yaklaşmak zorunda kalır. Muhalefetle bir müzakere alanı kuracak imkânı bulamadığı için, geliştirdiği politikanın yanlışlığı ya da doğruluğunu direkt seçmen kitlelerinin tepkisine göre ölçer. Bu anlamda, ürettiği siyasetin aksayan yönlerini ancak uygulama süreçlerinde görebilir.
Burada çerçevesini çizdiğim meseleyi, CHP’nin anayasa komisyonundaki ya da benzer birçok konudaki siyaset üretmeme krizine bakarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu çerçeve üzerinden esas değinmek istediğim konu, hükûmet sistemi değişimi meselesinin “rejim krizi”ne dönüştürülme çabası. Düşünün ki, halkın karar vereceği bir anayasa değişikliği, önce “kan dökmeden getiremezsiniz” düzlemine taşınıyor, ardından da “rejim değişikliği” söylemi tedavülde tutuluyor.
Türkiye’de “kan dökmek” ve “rejimin bekası” söyleminin karşılığının toplumsal hafızada neye tekabül ettiği, bu topraklarda yaşayan büyük çoğunluğun malumudur. Rejimi tartışmanın tarihi, çatışmacı siyaset üzerinden iktidar mücadelesinin tarihidir. “Kan dökme” ve “rejimin tehdit altında olduğu” gibi güvenlik gramerlerine başvurmak, geçmişte sonuç almak için yeterli olabilirdi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından bugüne sağ siyasetin partileri ve aktörlerinin siyaset yapması hep bu tip güvenlik gramerleri ile yasaklanmıştı. Herhangi bir konunun, siyaseten tartışılması istenmiyorsa, rejimin güvenliği söylemi, bir iktidar kurma ve devam ettirme stratejisi olarak devreye sokulurdu. Bu, CHP ve benzer duruşta olan siyasal yapılar için öğrenilmiş bir yönetim mantalitesiydi. Bu anlamda, halktan destek almak için çalışmaya gerek yoktu. Bu söylemler siyaseten iş görürdü.
Hükûmet sistemi değişikliğini hâlâ rejimin bekası üzerinden tartışanlar, 1930’larda yaşadığımızı düşünüyorlar. Ancak unutulmasın ki, her türlü meselenin her türlü iletişim teknolojisiyle en ince ayrıntısına kadar tartışılabildiği bir dönemdeyiz. Herhangi bir meselenin bu dönemde, eski siyaset tarzıyla ele alınması, seçmende ancak nostalji duygusu meydana getirir. Kararının şekillenmesine sonucu değiştirecek derecede etki etmez.
[Türkiye, 29 Aralık 2016].