Türkiye’nin 20 Ocak’ta başlattığı Zeytin Dalı Harekâtı (ZDH), Suriye’de bir süredir devam eden mücadeleyi bir ileri noktaya taşıdı. Ancak Türkiye’nin Ağustos 2016’de başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı (FKH) ile birlikte düşünüldüğünde, ZDH, Suriye’de Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki “oyun planını” daha net bir biçimde ortaya çıkarmış oldu. Askeri hareketliliğinin aktif olarak devam ettiği bölgelere İdlib’in de eklenmesi halinde, ZDH ve FKH ile birlikte Türkiye’nin Fırat’ın kuzey batısını kapsayacak şekilde askeri ve politik bir derinlik elde edeceği ve bunu yakın bir gelecekte elinden bırakmayacağı anlaşılıyor.
Eş zamanlı devam eden üç askeri operasyon bağlamında Türkiye’nin hedefleri oldukça net. Bir sıralama yapıldığında şöyle bir durum ortaya çıkıyor; a) Hatay’dan başlayarak Suriye ve Irak sınırı boyunca PKK’nın varlığını minimize etmek, PKK’nın alan kontrolü sağladığı bölgelerden çekilmesini sağlamak ve askeri kapasitesini minimize etmek, b) Suriye’nin toprak bütünlüğünü garanti altına almak, c) Rusya ile yakaladığı uzlaşıyı/ahengi konsolide etmek ve d) ABD’yi, PKK’nın hamiliği pozisyonundan vazgeçirmek ve Türk-Amerikan ilişkilerini çatışmacı eksenden çıkararak yeniden işbirliği eksenine oturtmak. Ancak bu hedeflere ulaşacak stratejinin ve bu stratejinin araçlarının ayrı ayrı neler olacağı konusunda Ankara’yı ciddi sınamalar bekliyor. Zira Türkiye’nin Afrin operasyonu, Türkiye’nin hedeflerinin muhatabı olan ana aktörlerin politika önceliklerini de ortaya çıkarmış durumda. Bu anlamda, ortada birbirine bağlı karmaşık bir denklem söz konusu. Türkiye’nin PKK’ya ilişkin hedeflerine ulaşması için strateji-sinin yüzde 30’u Rusya ile geriye kalan yüzde 70’i ise ABD ile ilgili bir denklem içinde şekilleniyor. Öte yandan Suriye’de istediği hedefe ulaşması, yani muhalifler daha fazla zayıflamadan siyasi bir çözüme ulaşılarak Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması bir tarafta büyük oranda Rusya ve ABD gibi sahada daha etkin güçlere, diğer tarafta İran ve İsrail gibi bölgesel aktörlerin önceliklerine bağlı. Yani, Suriye meselesi sadece rejim ile muhalifler arasındaki denklemden ibaret değil. Bu küresel ve bölgesel denkleme bir de yerel silahlı güçlerin arzuları eklendiğinde, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumanın çetin bir mücadeleyi gerektirdiği oldukça açık. Rusya ile İdlib-Afrin-PKK denkleminde ortaya çıkan uyumun ise siyasi düzeyde nasıl bir kazanıma doğru ilerleyeceğini şimdiden kestirmek zor. Ama yine de Moskova’yla sorunların, ABD’den daha hızlı bir şekilde çözülebildiği söylenebilir. Dolayısıyla, Ankara için Moskova ile varılan ilerlemeyi Suriye ve dışında pekiştirmek zor olsa da imkansız değil.
Denklemin değişkenliği
Geçtiğimiz haftalarda, önce Rus savaş uçağının düşürülmesi ile rejim ve Rus savaş uçaklarının artan saldırıları, sonrasında Türkiye’ye yönelik İdlib’te gerçekleştirilen bombalı saldırı, İran destekli Şii milislerin rejim kuvvetleriyle birlikte Deir ez-Zur’da YPG’yi hedef almasından sonra Amerikan hava saldırıyla karşılaşmaları ve son olarak İsrail savaş uçağının Suriye rejimi tarafından düşürülmesi, Suriye denkleminin yukarıda bahsedilen değişken doğasını göstermeye yetecek örnekler sunuyor.
Dolayısıyla, DEAŞ’ın Suriye’de minimize edilmesinden sonra Suriye savaşının sonuna gelindiğine yönelik beklentiler şimdilik gerçekleşmiş gözükmüyor. Tam tersine giderek vekalet savaşı olmaktan çıkan ve tarafları devletler düzeyinde askeri olarak karşı karşıya getiren bir sürecin içine girilmek üzere.
Bütün bu karmaşa içinde, askeri ve stratejik düzeyde maliyeti en fazla yüklenen ülkelerin başında Türkiye geliyor ve kendisi için hayati bir soruna dönüşen PKK eksenli Suriye meselesini öyle ya da böyle çözmek zorunda. Bu karmaşa içinde, Ankara’nın ABD-PKK işbirliğini sonlandırma hedefi ise bütün Suriye denkleminin kristalize olduğu bir soruna dönüşmüş durumda.
Türkiye’nin ilk ve en önemi önceliği arasında PKK’nın Suriye’den kovulması yer alıyor. PKK’yı Suriye’de sorun olmaktan çıkarmak için; alan kontrolünün sadece Fırat’ın batısında değil doğu yakasında, Irak’a kadar uzanan bölgedeki etkisinin de azaltılması, silah kapasitesinin minimize edilmesi ve ABD ile kurduğu ortaklığını sona ermesi gerekiyor. Fırat’ın batısında, PKK’nın Türkiye karşısından hangi denklemde yer alırsa alsın tutunabilmesi özellikle ZDH ile birlikte pek mümkün gözükmüyor. Fırat’ın batısında eğer Rusya ile diğer konularda bir yol kazası (özellikle İdlib sahası ile ilgili) yaşanmaz ise, Afrin konusu Türkiye için bir sorun olmaktan hızlıca çıkacaktır.
Ancak Türkiye’nin geriye kalan iki hedefini gerçekleştirmesi için ABD ile hem sahada hem masada çetin bir mücadele vermesi gerekiyor. Askeri müdahale yoluyla, PKK’nın etkinliğini Fırat’ın doğusunda minimize etmek seçeneklerin arasında yer alsa da bu seçeneğin ABD ile belirli bir uzlaşıya varmadan hayata geçirilmesi Türk-Amerikan ilişkilerinde bir tiren kazası yaşanması ihtimalini arttıracaktır. Menbiç’teki YPG/PKK varlığının ABD için ne kadar önemli olduğu ve Washington’un takdirini hangi yönde kullanacağı, bu aşamada son derece önemli. Eğer ABD Menbiç’i Türkiye destekli ÖSO’ya teslim ederse, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuyla ilgili öncelikleri askeri seçeneklerin dışında yeniden düzenlenebilir. Elbette bu Ankara’nın PKK’ya Fırat’ın doğusunda razı olacağı anlamına gelmiyor.
Fırat’ın batısında PKK’nın varlığını minimize etme konusunda Ankara’nın askeri kararlılığı işe yarasa da bu stratejik hedefe Fırat’ın doğusunda ulaşmak için hangi araçların devreye sokulacağı henüz netleşmiş değil. Zira Fırat’ın doğusunda, Türkiye’nin sadece PKK’yı güçsüzleştirmek değil aynı zamanda ABD-YPG arasındaki ilişkiyi de sona erdirmek için çaba göstermesi gerekiyor. Çünkü ABD’nin kendiliğinden, YPG’ye yönelik stratejisini değiştirmesini beklemek doğru olmayacaktır. Dolayısıyla ikincisini gerçekleştirmek, birinci hedefe yani PKK’yı toptan elimine etme hedefine ulaşmak için kolaylaştırıcı bir işlev görecektir. Bu stratejinin hedefine ulaşmasının kolay olup olmadığını anlamak için ABD’nin YPG’ye ilişkin planlarının neler olduğuna bakmak gerekiyor. ABD’nin öncelikleri arasında; DEAŞ’ın yeniden güçlenmesini engellemek, İran’ı Suriye sahasında etkisizleştirmek ve Suriye’de YPG aracılığıyla yeniden etkinlik kazanmak yer alıyor. Bu, bir stratejik hedef olarak makul görünse de YPG’nin varlığı üzerine bina edilmiş olması, DEAŞ’ın yeniden güçlenmesi ve İran’ın dengelememesinden daha büyük riskler taşıyor. Halbuki Türkiye, her üç hedef için ve muhtemel risklerin minimize edilmesinde kilit rol oynuyor. Bu nedenle, Türkiye’nin politikasına yaklaşmak ABD için daha az maliyetli bir seçenek olarak görünüyor.
Hem muğlak hem kötü niyetli
Ankara, PKK konusunda neleri kabul edebileceğinin çerçevesini net biçimde ortaya koymuş olmasına rağmen ABD tarafından gelen açıklamaların oldukça karmaşık olduğu görülüyor. Nitekim, Savunma Bakanı Mattis’in mevkidaşı Canikli ile Bürüksel’de yaptığı görüşmede; “YPG’yi PKK’ya karşı savaştırabiliriz” ifadesi Washington’un meseleden ne kadar uzak olduğunu gözler önüne serdi. Ancak bu karmaşıklığın, gerçekten Trump idaresinin kafa karışıklığına mı tekabül ettiği, yoksa karmaşıklığın kendisinin stratejinin bir parçası mı olduğu Ankara tarafından henüz tam olarak anlaşılmış değil. Bu durum ABD’nin stratejisini daha da muğlak bir hale büründürüyor. Son haftada yaşanan görüşme trafiğinde ise bu muğlaklık çözülmüş değil. Sırasıyla McMaster, Mattis ve Tillerson’ın görüşmelerine konu olan teklifler de Türkiye’yi ikna etmiş de gözükmüyor. Bu teklifler arasında YPG’yi PKK’dan koparmak var. Yani ABD, Suriye’de sadece isim değişikliği siyasetiyle Ankara’yı ikna edemeyeceğini görünce, PKK ile YPG arasındaki “organik bağı” ortadan kaldırabileceği bir “ikna stratejisini” devreye sokmuş durumda. Bu sırada, YPG’nin içindeki Arap unsurları artırmak suretiyle Türkiye’nin tepkisini yumuşatarak Fırat’ın doğusundaki alanı bütünüyle sorunsuz bir şekilde kontrol etmek için gerekli gördüğü askeri güce ulaşmayı hesap ediyor. Ancak bu planın, Ankara açısından “makyajdan” ibaret olduğu anlaşılmış durumda. Bu nedenle ABD’nin daha ciddi bir teklifle Türkiye’ye gelmesi gerekiyor. Öte yandan ABD, YPG ile arasındaki ilişkinin hasara uğramaması için Türkiye’yi Afrin şehir merkezine girmemeye iknaya çalışıyor. Böylece buradaki PKK/YPG unsurlarını güvenli şekilde Fırat’ın doğusuna naklederek örgütün “fazla ezilmesini” ve sahada YPG/PKK’nın ABD ile hareket etme motivasyonunu kaybetmesini engellemiş olacak. Zira ABD, PKK/YPG’nin kendisi olmaksızın hayatta kalamayacağını bildiği için bu opsiyonu örgüte kabul ettirebileceğini düşünüyor. PKK’nın Türkiye’ye karşı “tek taraflı bir ateşkese zorlanması” da seçeneklere dahil edilebilir.
Rusya-Esed-PKK denklemi
Bu tablo karşısında, Türkiye’nin geri adım atmayacağı ve ABD’yi YPG/PKK ile ilişkisini koparmaya zorlayacağı söylenebilir. Bunun için iki opsiyonu eş zamanlı devreye sokmak zorunda. Birincisi, askeri operasyonu devam ettirerek bu konuda ABD’ye karşı caydırıcılığını sürekli hale getirmeli. Afrin operasyonu öncesinde, Türkiye’nin askeri seçeneği devreye sokamayacağı kanaati, operasyonun başlamasıyla birlikte hızla değişti ve Washington peş peşe inisiyatif almaya başladı. Dolayısıyla Türkiye’nin askeri etkinliği ABD’yi Türkiye’nin isteklerini kabul etmeye daha fazla yaklaştırabilir. İkincisi ise Rusya ile İran’ın, Türkiye’nin PKK ile Suriye’deki mücadelesinde karşı tarafa geçmesinin önüne geçmek. Rusya Afrin konusunda Türkiye’ye destek verse de PKK konusunda hala muğlak bir tavır takınmakta. Operasyon derinleştikçe rejim ile PKK arasında bir anlaşma sağlayarak rejimin Afrin şehir merkezinde kontrolü devralması için çabaladığı yönünde değerlendirmeler söz konusu. İran’ın da bu opsiyon için çalıştığı dikkate alınırsa, Ankara’nın bu iki aktörü Türkiye’nin yanında tutması son derece kritik. Bu durumu kolaylaştıracak, aynı zamanda ABD’yi de sıkıştıracak asıl unsur ise, PKK’nın rejim ve İran destekli Şii milisler tarafından Deir ez-Zur’da hedef alınmaya devam edilmesi. Bu opsiyonun hayata geçmesi de elbette İdlib’deki muhalifler ile rejim arasındaki denkleme doğrudan bağlı gözüküyor.
[Star Açık Görüş, 17 Şubat 2018].