Silahlı kuvvetlerin demokratik yollarla iş başına gelmiş hükümetlere bağlılığını sağlamak modern demokrasilerin temel sorunlarından biridir. Konunun Türk demokrasisi için çok daha büyük ehemmiyet kesp ettiği yadsınamaz. Siyasete müdahil olma dürtüsü –teorik kökenleri Cumhuriyet öncesine dayanmakla birlikte– 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) kurumsal geleneğinin bir parçası halini almıştır. Çok yakın tarihlere kadar Türkiye siyasetinin en belirleyici aktörlerinin başında olan ordunun devlet aygıtı içindeki özerk konumu demokratik tekamülün önündeki başlıca engellerden biri olagelmiştir. Ordunun Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinde oynadığı kilit rol her kritik siyasi dönemeçte kendini tekrar etmiş ve silahlı kuvvetlerin politik bir aktör olarak güç devşirmesine yol açmıştır. Çok partili siyasi hayata geçişin ardından seçmen tercihlerinin siyasi iktidarın oluşumunda yeni ve “yabancı” bir aktör olarak belirmesi ise orduyu politikaya müdahale hususunda daha agresif bir pozisyona itmiştir.
Askeri eğitim ve ordu içindeki sosyalizasyonun etkisiyle kendisine koruyucu/ kurtarıcı bir misyon yüklemiş olan TSK elitleri salt halk tercihine dayalı olarak iktidara gelmiş siyasetçilerin devlet aygıtına hükmetmeye başlamasını yadırgamıştır. Bu bakımdan siyasal sisteme sonradan ve herhangi bir ideolojik kontrole tabi olmaksızın dahil olan sivil siyasete karşı orduda reaksiyon oluşması şaşırtıcı değildir. Topluma önderlik etme ve cumhuriyeti koruma göreviyle hareket eden ve görece nitelikli bir eğitimle donatılmış askeri seçkinlerin temel yaklaşımı “halkı ikna etmekten başka hiçbir vasfı olmayan sivil siyasetçilerin” devlete zarar vermelerini önlemek olmuştur. Bu bağlamda cumhuriyet döneminin sivil-asker ilişkileri açısından çok partili siyasi hayata geçiş bir kırılma noktasıdır. 1950’ye kadar iktidar sahipleri bürokratlar iken bu tarihten sonra artık gerçek anlamda siyasetçilerin (aslında halkın) oyuna dahlinin TSK’ya hakim olan bu üstenci tavrı rahatsız etmesi şaşırtıcı değildir.
Bu rahatsızlık sonraki yıllarda kendisini mütemadiyen dışarı vurarak askeri darbe, darbe girişimi, muhtıra, ayaklanma ve açık/zımni tehditlerle ete kemiğe bürünmüştür. 1950’lerden bugüne “siyaseti ıslah etme”yi amaçlayan en az on askeri müdahale girişimi yaşanmıştır. Sivil-asker ilişkileri her müdahale sonrası demokratik çerçeveden bir adım daha uzaklaşmış ve “askeri vesayet” ifadesiyle kavramsallaştırılan ordu gölgesindeki siyaset kurumsal/yasal bir zemin kazanmıştır.
Askeri darbeler hukuk düzeninde onulmaz yaralar açarken doğasında bulunan keyfilik devlet ve toplum hayatında hukuk dışı “gri bölgeler” oluşturmuştur. Şeffaf olmayan, denetim ve gözetime kapalı bu gri bölgeler bir yandan kamu kaynaklarının etkin şekilde kullanımının önüne geçip yolsuzluğu artırırken diğer yandan pek çok kriminal örgütün gelişimine de ortam hazırlamıştır. Askeri vesayetle tahkim edilen ötekileştirici jakoben anlayış toplumla devlet arasında bir ideolojik uçurum oluşturmuştur. Ayrıca hukuk dışılığın kaçınılmaz bir sonucu olarak insan hakları ihlallerinin sistematik bir boyut kazanmasının da başlıca faili askeri rejimlerdir. Askeri/bürokratik tahakkümün hem sivil siyaseti kısıtlaması ve itibarsızlaştırması hem de yargı bağımsızlığını ortadan kaldırması halkın siyasal düzene olan itimadını da derinden sarsmıştır. Halkın demokratik tercihlerinin etkisiz kılındığını görmesi ve adalet duygusunun zedelenmesi FETÖ ve PKK gibi terör örgütleri için mümbit bir istismar zemini oluşturmuştur.
Dolayısıyla ironik bir şekilde askeri elitlerin devleti kurtarmak için gösterdiği gayrimeşru çabalar devlet için en yıkıcı tehdit haline gelmiştir. Bu tecrübe amacı ne olursa olsun her hukuk dışılığın muhakkak başka ve daha büyük illegal neticeler üreteceği hakikatini teyit etmektedir. Türkiye’nin içine girdiği darbe ve darbecilik sarmalından çıkmak için ilk ciddi girişimler ise 2000’lerle birlikte başlamıştır. Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik motivasyonuyla ilerleyen demokratikleşme reformları Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükümetleriyle ivme kazanmıştır. 2001-2016 arasındaki on beş yılda sivil-asker ilişkilerinin demokratikleştirilmesine dönük istikrarlı bir trend yakalanmış olsa da askeri elitlerin ve kurumsal yapıların gösterdiği direnç bu süreci sınırlandırmıştır. Bu statükocu muhalefet ancak 15 Temmuz darbe girişiminin toplumsal bir direnişle bastırılmasının ardından kırılabilmiştir. Detayları raporun ilgili bölümlerinde görüleceği üzere askeri otonomiyi koruyan pek çok konu sivil otorite tarafından ancak 15 Temmuz darbe girişiminden sonra düzenlenebilmiştir.
Darbenin ardından TSK içerisinde yuvalanan FETÖ mensuplarının tasfiyesinin yanında ordunun demokratik denetime açılması yönünde birbiri ardına yasal değişiklikler yapılmıştır. Pek çok düzenleme daha önce hiç “dokunulamamış” alanlarda gerçekleştirilmiştir. 2016-2018 arasında TSK ve güvenlik sektörüyle ilgili yüzlerce maddelik mevzuat değişikliği yapılmış ayrıca 2017 Anayasa değişikliği ile reform süreci anayasal düzeye taşınmıştır.
Bu raporun temel ilgi alanını da bu iki yıllık kapsamlı demokratikleşme süreci oluşturmaktadır. Raporun ilk bölümünde silahlı kuvvetlerin demokratik sivil kontrolünün normatif çerçevesi ortaya konulmaktadır. İkinci bölümde ise 2001- 2016 arasında TSK’nın demokratik denetimi için yapılan çalışmalar değerlendirilmektedir. Nihayet son kısımda 15 Temmuz sonrası hayata geçirilen düzenlemeler “kurumsal yapı, personel rejimi ve askeri eğitim sistemi” şeklinde üç ana başlıkta analiz edilmektedir…
Çalışmayı incelemek için burayı tıklayın..