Antropoloji doktorası yapan bir Perulu'ya ülkesini sorduğumda: ‘Son yüzyılda kazandığımız bir hentbol maçı bile yok!' diye cevap vermişti. Latin Amerika'ya dair müteakiben aktardıkları ise ‘kanayan yaralardan' başka şeyler değildi. ‘Latin Amerika'nın kanayan yaralarını' ister Eduardo Galeano ' dan okuyalım, ister en sevimsiz ekonomi-politik metinlerden inceleyelim, değişmeyen tek şey tüm hikayelerin merkezinde ABD'nin olması. Meksika atasözünde ‘Ahh Meksika! Tanrıya çok uzak, Amerika'ya çok yakın' denmesi boşuna değil. Aynı şekilde bu ‘acıyı' teyit edercesine Reagon'ın, vakt-i zamanında, “San Salvador Houston'a, Houston'ın Washington'a yakınlığından daha yakın. Orta Amerika, ‘Amerikadır'” diyerek güneyi arka-bahçe ilan etmesini unutmak mümkün değil.
ABD'nin bir imparatorluk olarak dünya gündeminde ana aktör pozisyonuna gelmesi bir çok ülkenin kaderi için anlaşılabilir bir vakıa olabilir. Lakin Latin Amerika için durum farklıdır. Güney Amerika için ABD hem bir kader hem de kolonyal komşudur . Dünya genelinde ‘ABD emperyalizmine, silahlı gücüne, ekonomik ambargosuna' maruz kalanlar ‘coğrafi, müşahhas bir düşman' ile yüzleşmemişlerdir çoğu kez. Oysa Latin Amerika, burnunun dibinde olan ABD ile İspanyol-Amerika savaşından beri defalarca karşı karşıya geldi. İlk kez Rudolf Kjellen'in 1899'da kavramsallaştırdığı ‘jeopolitik' kuramının üzerinden 100 yılı aşkın bir süre geçti. Son yüzyıl boyunca bu kavramın en derin kullanımı ABD-Latin Amerika ilişkilerinde vuku buldu. Süper gücün ‘kaba kuvvetini' güneyindeki halkları kendi jeopolitik anlam ve siyasal haritasına göre kurgulama gayretleri için kullanması neticesinde bugünkü Latin Amerika vücuda geldi. Bir super güçle beraber tarihini inşa etmek zorunda kalan Latin Amerika halkları, “ABD psikolojik eşiğini” aşmadan bugün cümle kuramıyorlar.
Son bir kaç yılda, arzu edilen başarı hikayesi ortaya çıkmamış olsa da, Latin Amerika bu hikayenin kahramanlarını aramaya başladı. Condoleezza Rice'in ‘bölgenin negatif gücü' dediği Chavez, başarı hikayesinin baş kahramanı olmak için elinden geleni yapıyor. Chavez'in, Arjantin bağımsızlık kahramanı Jose de San Martin'den sık sık aktardığı ‘başkaların ne dediğini umursamadan özgür olalım' düsturunca tüm Latin Amerika halklarına bir ışık yaktığı muhakkak.
1970’lerin sonunda bir sendika lideri iken iş kazasında parmağını kaybettikten sonra siyasi hayatına başlayan Lula, dört yıl önce Brezilya’nın ekonomik krizler karşısındaki kahramanı olarak iktidara yürüdü. Venezüela ve Brezilya’nın ardından (nüfusun %65’inin yerli olduğu) Bolivya’da iktidara 180 yıl sonra bir yerlinin, Morales’in gelmesiyle, gözler Latin Amerika’daki siyasal dalgalanmaya çevrildi. Amerika, Morales için biraz aceleci bir şekilde ‘Castro ve Chavez’in taklidi’ yaftasını ilan etse de, benzer bir dalganın Latin Amerika’ın diğer ülkelerinde esmesi kuvvetle muhtemel. 2004’te Uruguay’da Tabare Vazquez’in ardından, Şili’de radikal soldan yetişen Bachelet’in iktidara gelmesi ile birlikte altıncı Latin Amerika ülkesi yükselen ‘siyasal rüzgarı’ daha da kuvvetlendirmiş oldu.
Son on yılda yeniden canlanmaya başlayan Türkiye-Latin Amerika ilişkilerine yeni bir boyutta Türkiye'nin AB sürecine girmesiyle eklenmiştir. Latin Amerika &u