ABD ve AB ülkeleri uzun süredir Türkiye ile rasyonel bir ilişki kurmaktan kaçınıyorlar. Tarihsel olarak Türkiye’nin müttefiki olan bu aktörler, müttefiklik ilişkisinin gereğini yerine getirmiyor. Müttefikler anlaşabildikleri alanlarda beraber hareket ederler. Zaten onları müttefik yapan da budur. Anlaşamadıkları alanlarda ise kendi çıkarlarını gözeten müstakil politikalar ortaya koyarlar. Ancak bu müstakil politikalar diğerini yok sayan, köşeye sıkıştıran, ona zarar vermeye çalışan ve eldeki bütün araçlarla ona yüklenerek onu pes ettirmeye çalışan bir seyir takip etmez.
Türkiye geleneksel batılı müttefikleri ile Suriye krizinde ortak bir politika geliştiremiyor. DAEŞ’le mücadele, PYD’yi kontrol altında tutmak ve Esad rejiminin devam etmemesi Türkiye’nin Suriye’deki en önemli öncelikleri arasında yer alıyor. Buna mukabil başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerimiz bu önceliklerden sadece DAEŞ’le mücadeleyi paylaşıyorlar. Olması gerektiği gibi Türkiye ile ABD DAEŞ’le mücadele konusunda iş birliği yapıyor. Ancak özellikle PYD konusunda ciddi bir fikir ayrılığı söz konusu. Amerika PYD’yi DAEŞ’le mücadelenin bir enstrümanı olarak kullanıp meşrulaştırmak isterken, Türkiye PKK’nın Suriye kolu olan bu örgüte alan açılıp meşruiyet kazandırılmasını istemiyor.
İlişkilerde esas sorun bu aşamadan sonra başlıyor. ABD ve AB Türkiye’nin millî çıkarını yansıtan bu farklı tavrı kabullenmek istemiyorlar. Türkiye’nin bu alandaki iddiasından vazgeçip tamamen kendi çizgilerine gelmesini istiyorlar. Türkiye’nin müttefiklik hukukuna saygı göstererek kendi millî politikasını takip etme hakkını kabul etmek istemiyorlar. Ellerindeki bütün araçlarla Türkiye’yi "terbiye" etmeye ve Batı’nın çizgisine gelmeye zorluyorlar. Yeri geliyor "Türkiye’nin DAEŞ’e destek verdiği" yalanını tedavüle sokuyorlar, yeri geliyor ülkenin otoriterleştiğini söylüyorlar. Terörle mücadele eden bir ülkeden terörle mücadele kanununu değiştirmesini istemekten tutun da darbe girişimini püskürtmüş ülkemizin olağanüstü hâl ilan etmesinden kaygı duymaya kadar akla yatkın olmayan ne varsa yapıyorlar. ABD’nin FETÖ lideri Gülen’i iade etme konusundaki isteksizliği ve AB’nin her fırsatta PKK’nın sırtını sıvazlaması da bu listeye dahil edilebilir. Bütün bu hamlelerin altında Türkiye’ye farklı düşündüğü ve farklı hareket ettiği alanlarda çıkartılan faturanın bedelini ödetmek dürtüsü yatıyor.
Öbür tarafta ise Türkiye’nin tarihsel olarak müttefiki değil rakibi olmuş Rusya yer alıyor. Rusya ile Suriye konusunda yaşadığımız fikir ayrılıkları ABD ile yaşadıklarımızdan çok daha derin. Suriye konusunda gerilen ilişkiler öyle bir boyut aldı ki, Türkiye defalarca hava sahasını ihlal eden Rusya’nın bir savaş uçağını düşürdü. Şaka değil iki ülke savaşın eşiğinden döndü. Ancak bugün gelinen noktada iki ülkenin karşılıklı hamleleri ile ilişkiler tamir edilmeye başlandı. Taraflar düşmanlığı bir kenara bırakıp, akılcı bir zeminde neler yapılabileceğini konuşmanın daha iyi olacağına karar verdi. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan salı günü Rusya’ya bir ziyaret gerçekleştirerek Putin ile görüştü. Öyle anlaşılıyor ki görüşme çok verimli oldu. Taraflar hızlıca toparlayabilecekleri ekonomik ilişkiler ile daha fazla vakit alacak gibi görünen siyasi ilişkileri birbirinden ayırdılar. Türkiye ve Rusya Suriye konusunda çatışan çıkarlarına rağmen enerjinin başını çektiği bir dizi ekonomik ilişkiyi devam ettirmenin iki ülkenin de çıkarına olduğu kararına vardı. Bunun da ötesinde Suriye konusundaki farklı yaklaşımların çatışma ile değil diyalog ile birbirine yaklaştırılabileceğini söylediler. Evet, kimse kısa vadede iki ülkenin Suriye politikalarının uyuşmasını beklemiyor ama müzakere ve diyaloğa açık olmanın faydası da tartışılmaz.
Bir tarafta ABD ve AB’nin akıldışı tutumu öbür tarafta Rusya’nın akılcılığı.
Garip değil mi? Müttefikimiz rakibimiz gibi, rakibimiz de müttefikimiz gibi davranıyor!
[Türkiye, 11 Ağustos 2016].