Trump'ın çekilme kararı sonrası Suriye'de devreye girebilecek politikalar konusundan hala bir netlikten bahsedemiyoruz.
Trump'ın çekilme iradesine rağmen hem ABD bürokrasisinden hem de uluslararası aktörlerden gelen tepkiler, çekilmenin gecikmesi için gerekçe oluşturdu. Dahası her gün yeni formüller tartışmaya açılıyor.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun bu haftaki ABD ziyaretinde dahi güvenli bölge konusundaki belirsizliğin devam ettiği gözlemlendi.
Özellikle güvenli bölge konusunda kimin nasıl bir insiyatif üstleneceği konusunda medyadan sızan kimi haberler can sıkıcı bir hal almaya başladı.
Medyaya sızan haberlerin tümüne itibar edilemez tabi ki. Ancak konuşulan birtakım senaryolar ve belirsizliğin devam ediyor oluşu Türkiye'nin ABD ile birlikte planlama yapmasının sınırlarına da işaret ediyor.
Bu noktaya yazının sonunda dönmek üzere güvenli bölge tartışmalarını kısaca değerlendirelim.
Güvenli bölge konusunda dile getirilen üç senaryo mevcut. Birincisi belirlenecek olan sınırlara bir Arap gücünün konuşlandırılması.
SDG'nin Arap unsurlarının da bu güce entegre edilme ihtimali düşük değil. Arap ülkelerinin böylesi bir angajmana girme konusundaki niyetleri çok açık değil. Ancak bu durumu Esed rejiminin yeniden tanınması konusundaki hevesleri için bir kaldıraç olarak kullanma imkanına kavuşacakları için bu senaryoya sıcak bakabilirler.
İkinci ihtimal ise ABD'nin de en azından koordinasyon düzeyinde dahil olduğu ve Fransa'nın ana güç haline geleceği Avrupa gücünün konuşlandırılması.
Bu durumda ABD'nin Suriye'deki varlığını koruması ve Fransa'nın daha fazla söz hakkına sahip olması söz konusu olacak.
Hem ABD'nin hem de Fransa'nın bu senaryoya yatkın olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Çünkü bu senaryo ile ABD daha az maliyetle Suriye'deki stratejisini devam ettirmeyi, Fransa ise ABD'ye yaslanarak daha etkin bir konuma gelmeyi hesaplıyor.
Üstelik söz konusu bir güvenli bölge oluşturulması olduğu için önemli bir değişim yaşanmazsa herhangi bir çatışmaya angaje olmaya da gerek kalmayacak. Zira Fransa'nın boşluk bulduğu anlarda krize dahil olmayı ve kriz sonrası ortaya çıkacak pastadan pay almak için pek hevesli.
Üçüncü senaryo ise Türkiye ve ABD kuvvetlerinin güvenli bölgeyi birlikte oluşturması. Bu senaryonun en önemli açmazı insiyatifin kimde olacağıdır.
Üç senaryonun da Türkiye açısından pek de kabul görmeyeceği çok açık. Çünkü bu formüllerin PYD'nin bir şekilde varlığını devam ettirmesi üzerine kurulu olduğu artık bir sır değil.
ABD "Suriye krizinin başından beri güvenli bölgeyi isteyen aktör Türkiye idi" argümanı ile Türk karar vericileri ve kamuoyunu ikna etmeye çalışıyor. Ancak Türkiye güvenli bölge oluşturulmasını 2011'de talep ettiğinde PYD henüz silahlı bir güç olarak ortaya çıkmamıştı.
Türkiye bu argümanı sivillerin korunması ve Esed rejiminin saldırılmasının önlenmesi amacıyla ortaya atmıştı.
Bugün ise güvenli bölge hem bu amaca hem de terör örgütlerinin tasfiye edilmesi hedeflerine yönelik olmalı.
Dolayısıyla Türkiye açısından bakıldığında PYD'nin Suriye'nin topraksal ve siyasi bütünlüğünü bozabilecek nitelikteki varlığını kimin şemsiyesi altında devam ettirdiğinin bir önemi yok. Bunun hangi formülle sağlandığının da bir önemi yok.
Kısacası Türkiye açısından güvenli bölge formülünün iki olmazsa olmaz koşulu mevcut: Türkiye'nin insiyatifinde olması ve PYD ile diğer terör örgütlerinin tasfiyesine yönelik olması.
Bu açıdan Türkiye kendi güvenli bölge formülünde ısrar etmeye devam edecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Ayn el Arab ile Kamışlı arasında Türkiye'nin insiyatifinde bir güvenli bölgeye" işaret etmesi bu açıdan önemli bir gösterge.
[Fikriyat, 8 Şubat 2019].