Önceki birkaç yazıda ABD’nin kendi hukukunu uluslararası hukukun yerine koymaya ve bütün diğer ülkeleri de buna uygun tavır almaya zorlayan bir politika izlediğini ele almıştık.
BM Sisteminden Amerikan düzenine geçiş çabası olarak adlandırılabilecek bu eğilim karşısında AB, Çin ve Rusya’nın zorlandığı görülüyor. İran ve Rusya’ya yönelik Amerikan yaptırımları karşısında Almanya ve Çin gibi ülkelerin yaşadıkları ikilem bu zorlanmanın açık göstergesi.
Bu yaptırımların kendi ekonomilerine verdiği zararı görüyorlar, ancak birçok nedenden dolayı Washington’a açık bir şekilde “senin tek taraflı olarak aldığın yaptırım kararları bizi bağlamaz, bu yaptırımları reddediyoruz” diyemiyorlar.
Aslında bazen iç kamuoyuna yönelik mesaj olsun diye buna benzer şeyler söylüyorlar, ama iş uygulamaya geldiğinde, Trump yönetiminin öfkesinden ve vereceği tepkiden korktukları için kendilerini yaptırımlara uygun davranmak zorunda hissediyorlar. Birçok Avrupalı, Çinli ve Japon şirketin Amerikan yaptırımlarının yeniden yürürlüğe girmesinin ardından İran’ı terk etmesi bu korkunun göstergesi.
Rusya’ya yönelik Amerikan yaptırımları karşısında Almanya’nın yaşadığı sıkıntı da İran örneğine benzer şekilde gelişiyor. Bu yaptırımlar nedeniyle Rusya ile özellikle enerji alanında yapmakta olduğu ortak projeler tehlikeye giren Berlin yönetimi Washington’dan gelen baskıya direnmeye çalışıyor.
ABD’nin kendi iç hukuku çerçevesinde çıkardığı yasalarla dış ve ekonomik politikaları sınırlandırılan bu ülkelerin Amerikan yaptırımlarına direnme konusunda yaşadıkları zorluğun temelde iki nedeni söz konusudur. Öncelikle bu yaptırımlara uygun davranmamaları durumunda Washington yönetiminin uygulayacağı ikincil yaptırımlardan endişe ediyorlar. İkinci olarak ise ABD ile yoğun ekonomik ilişkilerini İran ya da Rusya konusunda bu ülke ile yaşadıkları sorunlar yüzünden riske etmek istemiyorlar.
Ancak Berlin, Pekin, Tokyo ve Paris yönetimleri aslında önemli bir yol ayrımında olduklarını da görüyorlar.
ABD’nin kendi iç hukukunu uluslararası hukukun yerine koyma çabalarına bu şekilde ayak uydurmaları belki kısa vadede Washington’un öfkesini üzerlerine çekmekten kendilerini koruyacaktır. Ancak bu tavrın uzun süre sürdürülebilir olmadığını ve Washington’un söz konusu politikasını devam ettirmesi durumunda, sonunda ABD ile çatışmayı göze almak zorunda kalacaklarını da biliyorlar. Zira bugün dünyanın diğer bütün ülkelerini kendi İran ve Rusya politikasına uymaya zorlayan ABD’nin, herkesin buna itaat etmesi durumunda yarın başka konularda da bu itaatkâr tavrı bekleyeceği muhtemeldir.
ABD’nin dış ekonomik politikasında bu kadar agresifleşmesinin nedeninin, liberal uluslararası sistem kuralları çerçevesinde kaybetmekte olduğu küresel liderliğini sistem değişikliğiyle koruma arzusundan kaynaklandığı düşünüldüğünde, Washington’un bu yöndeki politikasının sertleşerek devam edeceğini beklemek gerekir.
Ayrıca bunun Trump yönetimiyle sınırlı bir politika olmadığını da ifade etmek gerekir. Trump’ın Çin ve Almanya gibi en önemli ticaret ortaklarına karşı sertleşen politikasına ABD’de geniş bir desteğin olduğu açık. Ülkelerinin Almanya ve Çin ile ticaretinde verdiği devasa açığın ancak bu ülkelere karşı korumacı baskı politikalarıyla azalacağını düşünen çevreler Trump gibi birinin çıkıp bu politikaları hayata geçirmesinden memnun görünüyorlar.
Güç dengeleri açısından bakıldığında dünya çok kutuplu bir sisteme doğru evrilirken ABD’nin tek kutuplu bir hukuk sistemi oluşturmaya çalışması gerçekçi bir politika olarak görünmüyor. Washington’un özellikle yaptırımlar üzerinden yürüttüğü dayatmacı politikalarına karşı diğer küresel aktörlerin giderek itirazlarını yükseltmesi ve onlara bazı bölgesel güçlerin de katılması kaçınılmazdır.
ABD’nin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonraki dönem esas alındığında aslında gücünün göreceli olarak en zayıf olduğu sırada dünyanın geri kalan kısmına kendi hukukunu yaptırımlar yoluyla dayatması belki de Amerika’nın rolünün sorgulandığı yeni bir uluslararası sistemin yolunu açacaktır.
[Türkiye, 24 Nisan 2019].