17 Aralık sürecinde sıkça gündeme getirilen 'politik İslam'-'sivil İslam' ayrımı, meseleyi hayli dar bir tarihsel çerçeveye oturttuğundan ve rekabet halinde oldukları tasavvur edilen unsurları hayli yerel ve sentetik bir ortamda konumlandırdığından, söz konusu ayrımdan maksadın ne olduğunu tam olarak anlamamızı sağlamaz. Öncelikle tarafların neyi temsil ettiklerini kavramayı güçleştirir.
İkinci olarak özellikle 'sivil İslam' denilen unsurların iddialarını Türkiye özgüllüğü üzerinden okumaya zorlar ve bu haliyle, zaten kendi muğlaklığıyla ve (mesela 'maş'eri vicdan' gibi tabirlerde görüleceği üzere) kitlesinin boyutunu aşan bir iddiayla malul bir 'hareket'i, sanki siyasetten kopukmuş gibi algılamamıza yol açar. 'Sivil İslam', aslında, sosyal bilimler literatüründe yaygın bir kullanımı olan 'sivil din' soyutlamasının bir yansıması. 'Sivil din' belirli bir tarihi olan, bir 'sosyal gerçekliği' diğer sosyal gerçekliklerden ayırdığı düşünülen bir soyutlama.
Bir taraftan, Rousseau'nun 'toplum sözleşmesi'nde ağırlıklı bir yer tutar. Ancak Avrupa'daki Katolik ve Protestan kesimleri arasındaki çatışma ve rekabette kendisine fazla yer bulamaz. Çünkü Westphalia sonrası küçük yönetim birimlerine bölünmüş, her bir yönetim biriminin de söz konusu mezheplerden birisini kendi 'mülk'leri üzerinde hakim addetmiş bir Avrupa'da, 'sivil din' Katoliklik imparatorluklar dönemindeki aşkınlığı Protestan içkinliğe dönüştürme momentinin bir unsuru, teolojik bir kavram olan eklesiyastik bir 'genel irade'nin siyasal bir kavrama dönüşümünü sağlayan araçlardan biri olarak kalır.
'SİVİL DİN' SİYASAL BİR ARAÇ
Rousseau'nun deyimiyle, siyasi otorite ile dini otoriteden müteşekkil çift başlı kartalı tek başlı haline getirmeye çalışan; dini bir tasavvur olmaktan ziyade, egemenliğin halkın iradesine dayalı olduğu bir toplumun 'ilmihali'ni sunan siyasal bir tasavvurdur. Kısacası, 'halk'ın kendi kendisini 'temsil' etmesinde aracı olan parlamento ve benzeri temsil mekanizmalarının, sahiden 'halk'ın iradesini temsil ettiğine dair o 'mucizevi' kurguya inandırıcılık katar ve o kadarıyla kalır.
Diğer taraftan Amerika'da ise daha başka bir işlevi vardır. Toplumdaki her türlü dini inancın (ve kanaatin) bir 'pazar' mantığıyla birbirleriyle rekabete girdiği bir toplumsal ortamı oluşturur. Amerikalıların Avrupalılardan daha 'dindar' olmasının; bunun aksine, Avrupa'daki ulus devletlerin, sekülerleşmiş biçimiyle de olsa, hâlâ belirli bir mezhebin 'temsilcisi' gibi davranmasına rağmen, Avrupa halkının daha seküler görünmesinin arkasında, Batı içindeki bu ayrışma yatar. Amerika'da dini kanaatler 'liberal pazar ekonomisi' mantığıyla oluşabilir ve mahkemeye düştükleri anlar hariç, yönetimin müdahalesine maruz kalmadan, serbestçe biçimlenebilir (Avrupa'da bu, dini kanaatler 'kamusal bir dil'e dönüşmeden mümkün değildir).
Amerikan 'sivil din'ine karakter kazandıran bu husus, nevzuhur bir sürü dini akımın ortaya çıkmasını ve serbestçe dolaşımını sağlayabilir.
Mesela Amerika'da 'kilise' kabul edilen Scientoloji'nin Avrupa'da örgütlenmesinin sıkıntılı oluşunun arkasında bu farklılık yatar. Amerika, Protestan kuruculuğuna halel getirmeyeceği müddetçe, toplumdaki dini kanaatlerin rekabetçi ve çoğulcu canlılığına izin verir. Ancak bu canlılığın toplumun temsil mekanizmalarını oluşturan bürokratik ve benzeri 'devlet aygıtları'na sirayet etmesine müsaade etmez. Yine de Amerika'da da 'sivil din', siyasal bir teşekkül olarak Amerika'nın, kendisini 'kutsal' bir varlık olarak kurgulamasını meşrulaştırmanın bir unsurudur.
DİNİ MUHAFAZAKÂRLIĞIN MUTLAKÇILIĞI
Bundan neredeyse iki yıl önce Mümtazer Türköne ile Ali Bulaç'ın Hacıvat-Karagözlüğünü yaptığı, diğer katılımcılara ise figüran rolü biçtikleri "İslamcılık" tartışmalarından bu yana, 'politik İslam'-'sivil İslam' ayrışmasına dayalı yorumları konumlandırabileceğimiz yer kendiliğinden ortaya çıkar. Öldüğü ya da birilerinin uhdesinde devletleştirilmesi yoluyla yozlaştırıldığı iddia edilen muhayyel bir 'İslamcılık' tasavvuruyla, 'muhafazakâr kitle'nin önüne bir seçenek konulmaya çalışılmaktaydı: siyasal iddialarından vazgeçme karşılığında 'dini bir muhafazakârlık'. Sorun, sürekli bir gelmekte olan 'kıyamet' vehmiyle ikna edilmeye çalışılan kitleye sunulan 'dini muhafazakârlık'ın, eklesiyastik bir mutlakçılığı toplumun kucağına bırakacak olmasında yatıyordu ve bunu en çok hisseden de, Gülen ve çevresindekilerin de bir türlü anlamamış olduklarının ortaya çıktığı 'cemaatler' oldu.
Ancak 'maş'eri vicdan' tasavvuruyla "toplumun ta kendisi" olduğu kanaatini taşıyan; ama bu 'maş'eri vicdan'ın hemen doğruyu tespit edemediğini, kitlesel halde savrulduğunu söyleyen; nihayette ise gelip sükûn edeceği mahallin kendi yanlarında olan Hakk ve hakikat olacağını belirterek 'binyılcılığın' tipik unsurlarını sergileyen bir harekete 'sivil' adını takmak, ancak nevzuhur dini kanaatlere yer açan Amerika'da mümkün olabilir.
Bir de tabii, kendilerine rüyalarda Avrupa'nın da vaat edildiğine inanan bu 'binyılcılığa' siyasal içerik kazandırdığını düşünen Hacıvat-Karagöz'lerde...
[Sabah Perspektif, 22 Şubat 2014]