SETA > Yorum |
24 Haziran Seçimleri Milli İrade ve Karşıtları

24 Haziran Seçimleri Milli İrade ve Karşıtları

Türkiye’de siyaset temel olarak hangi çatışma hattı tarafından belirlenmektedir? Bu sorunun kritik derecede önemli olmasının sebebi, bu soruya verilen cevabın seçimin kazananını belirleyecek olması, daha da ileri boyutta ise tarihi bir asrı aşan, ulusal ve uluslararası boyutlarıyla ülkedeki iktidar ilişkilerini yeniden düzenleyecek olmasıdır.

24 Haziran seçimlerine giderken siyasi partilerin tavırları ve pozisyon alışları şu kritik soru çerçevesinde analiz edilebilir: Türkiye’de siyaset temel olarak hangi çatışma hattı tarafından belirlenmektedir? Bu sorunun kritik derecede önemli olmasının sebebi, bu soruya verilen cevabın seçimin kazananını belirleyecek olması, daha da ileri boyutta ise tarihi bir asrı aşan, ulusal ve uluslararası boyutlarıyla ülkedeki iktidar ilişkilerini yeniden düzenleyecek olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, bir siyasi mücadelenin özü öncelikle kendi siyasetini, yani toplumun en temel sorunu ya da çatışma hattı nedir sorusunu diğerlerine kabul ettirmekten geçmektedir. Bu perspektiften partilerin seçim kampanyalarını ve genel davranış kodlarını ele aldığımızda, partiler arasındaki mücadelenin en temelde bu soruya verilen cevaplar etrafında şekillendiğini görürüz.

Temel çatışma unsuru

Mesela AK Parti’ye baktığımızda siyasetinin özünü millet iradesini siyasette hâkim kılmak oluşturmaktadır. Dolayısıyla, 16 yıllık iktidarında AK Parti sürekli olarak siyasetin temel çatışma unsuru nedir sorusuna, milli irade ve karşıtları şeklinde bir karşılık vermiştir. 2002-2010 yılları arasında bürokratik vesayeti tasfiye edip milli iradeyi hâkim kılacak şartları oluşturma mücadelesi verirken kılavuzu bu düşünce olmuştur. Nisan 2007’de Cumhuriyet mitinglerine karşı ortaya konan kararlı duruş, 367 krizinin ustaca bertaraf edilmesi, 27 Nisan e-muhtırasına gösterilen direnç, Ekim 2007’de Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlayan anayasa değişikliği referandumu gibi cesur adımlar bu düşüncenin somutlaştığı olaylardı. Yine, Mart 2008’de partiye açılan kapatma davasındaki kararlılık ve Eylül 2010’daki anayasa değişikliğiyle bürokratik oligarşiye vurulan ağır darbe de bu bağlamda zikredilmelidir.

Oyunun kuralları değişti

2010 sonrasını kapsayan dönemde de AK Parti, eski Türkiye aktörlerinden müteşekkil toplumsal muhalefetin direnişi ve dışarıdan güdümlü PKK, FETÖ ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin saldırılarıyla millet iradesinin siyasette hâkim hale gelmesini engelleme çabalarına karşı da aynı şekilde hareket etmiştir. Bu engelleme çabaları arasında Eylül 2011’de MİT ile İmralı arasındaki Oslo görüşmelerinin FETÖ ve yabancı istihbarat örgütleri tarafından sızdırılması, Şubat 2012’deki MİT krizi, Mayıs 2013’teki kanlı Reyhanlı saldırısı, Mayıs-Haziran 2013’te Gezi kalkışması, 17-25 Aralık 2013’teki yargı darbe girişimi, Ocak 2014’te bir kez daha MİT TIR’ları krizi, 2014’te HDP’li vekillerin fitilini ateşlediği 6-8 Ekim Kobane olayları, Temmuz 2015’te başlayan hendek terörü, Temmuz 2015’te Suruç’ta, Ekim 2015’te Ankara Tren Garı’nda, Haziran 2016’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda ve Ağustos 2016’da Gaziantep’te düzenlenen kanlı DEAŞ terör eylemleri, Aralık 2016’da Beşiktaş’ta TAK’ın üstlendiği bombalı saldırılar ve 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’nün başarısız darbe girişimini saymak mümkündür.

Bu kalkışmalar ve saldırılar başarıyla bertaraf edildikten sonra ise AK Parti, milli iradeyi siyasette hâkim irade haline getirmeyi garanti altına alacak kurumsallaşmaya ağırlık verdi. Ekim 2007’deki anayasa değişikliği ve 10 Ağustos 2014’te Erdoğan’ın ilk defa doğrudan Cumhurbaşkanı seçilmesinin ilk iki adımını oluşturduğu geçiş süreci, 16 Nisan 2017’deki hükümet sistemine dair anayasa değişikliği referandumuyla ileri bir boyuta taşındı. 24 Haziran seçimleri ise bu geçiş sürecinin ve millet iradesini merkeze alan kurumsallaşma mücadelesinin dördüncü ve nihai adımını oluşturmaktadır. Bu haliyle 24 Haziran seçimleri ülkede siyasetin zeminini demokrasi ve milli iradenin hakimiyetini sürekli kılacak şekilde dönüştürmeyi, yani 150 yıllık bir iktidar mücadelesinde oyunun kurallarını radikal bir şekilde millet lehine değiştirmeyi kapsayan bir niteliğe sahiptir.

Savunma psikolojisi

Temmuz 2015’te hendek operasyonlarıyla temelleri atılan ve Mayıs 2018’de resmileşen AK Parti ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı’na karşısında ise birbirine ideolojik açıdan benzemediği halde her nedense aynı hedefte, yani milli irade karşıtlığında bir araya gelen CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin (Millet İttifakı) ve dışarıdan HDP’nin desteğiyle oluşan “demokrasi bloğu” bulunmaktadır. Bu partilerin yukarıda zikrettiğimiz siyasetin temel çatışması nedir sorusuna verdiği cevaplar büyük farklılık arz etmektedir. Ancak bu partiler aynı zamanda, milli iradenin ülke siyasetinde ulaşmış olduğu hâkim konum nedeniyle savunma psikolojisiyle hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Bir yandan siyasette başka cepheleşmeler ortaya koyma mücadelesi verirken, bir yandan da kendilerini milli iradenin temsilcisi konumuna oturtmaya çalışmaktadırlar. Bu durum bu partiler adına ortaya büyük çelişkiler çıkarmaktadır...

Mesela, ülkede çatışma ana muhalefet partisi CHP’nin iddia ettiği gibi demokrasi bloğu ile tek-adam yönetimi arasında mıdır? Elbette bu noktada şunu da sormak gerekir, ana muhalefetin merkezinde olduğu Millet İttifakı’nın bir demokrasi bloğu, yani milli iradede temellenen bir siyasi pozisyonu temsil eden bir siyasi aktör olduğunu söylemek ne kadar mümkündür? Milli iradeyi temsil ettiğini iddia eden bir siyasetçi –CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce– kendisini halktan biri olarak göstermek için neden bıkkınlık veren bir çaba sarf etmek zorunda hissetmektedir? Niçin bu denli pespaye bir popülist siyasete angaje olmaktadır? Bunun nedeni, yaratılmaya çalışılan “milletin adamı” görüntüsü ile bu görüntünün esası, yani gerçek manada milletin adamı olmak arasında kapanması mümkün olmayan bir mesafenin varlığı olabilir mi?

Yine, Demokrat Parti’nin 30 yıllık tek-parti zulmüne son vererek iktidara geldiği gün olan 14 Mayıs (1950) gibi sembolik bir tarihte Ankara’da seçim kampanyasını başlatırken Meral Akşener, çoğunluğunu eski ve muhalif bürokratların oluşturduğu kalabalığa şöyle seslenmişti: “İktidarı milletin adamlarından alıp devletin adamlarına vereceğim.” “Devletin adamları” ifadesinden tam olarak hangi bürokratları kastettiği, yani FETÖ’ye göz kırpıp kırpmadığı konusu bir kenara, kendisini demokrasi havarisi olarak gösteren ve adı Millet olan ittifakın bir bileşeninin genel başkanı millet iradesine güvensizlik beyan eden ve millet iradesine ihanet eden böyle bir vaatte bulunabilir mi? Ayrıca, kendisine Millet İttifakı ya da demokrasi bloğu diyen siyasi partiler, tek işlevi millet iradesini sınırlandırmak ve siyaset kurumunu bürokrasi ve medya patronu, sermaye sınıfı ve uluslararası ekonomik ve siyasi güçler gibi diğer siyaset-dışı aktörler karşısında parçalayarak etkisizleştirmek olan “vesayetçi” parlamenter sisteme geri dönme vaadinde bulunabilir mi? Ve yine, millet iradesine savaş açmış PKK ve FETÖ gibi uluslararası güçler tarafından ülkenin üzerine salınmış terör örgütlerine kalkan olabilir mi? Afrin ve Kandil’de PKK’ya karşı düzenlenen operasyonlara karşı çıkan ya da abuk subuk iddialarla bu operasyonları ve terörle mücadeleyi sulandıran, FETÖ’yle mücadelede milletin temsilcisi konumundaki siyasi iradeye köstek olmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan bir tavır takınabilir mi?

Yoksa CHP’nin utangaç bir şekilde de olsa halen gündemde tutmaya çalıştığı dindar-laik çatışması mı ülkenin temel çatışması konumundadır? CHP kendisini laik kesimin temsilcisi olarak görse bile karşısındaki siyasi aktör, yani AK Parti’nin laikleri dışlayan ve sadece muhafazakâr-dindarları temsil eden bir parti olduğu söylenebilir mi? Milli Görüş çizgisinden ayrılarak, yani toplumu dindar-laik çatışmasından okumayı bir kenara bırakarak toplumdaki diğer kesimleri de farklılıklarını kabul ederek kucaklayan bir kitle partisi hüviyetine kavuşan AK Parti’nin, laik hayat tarzına sahip bireyleri dışlayarak ve sadece muhafazakâr-dindarların temsiline soyunarak ülkede girdiği her seçimi kazanması ne kadar mümkündür? Başka bir ifadeyle, laik toplumsal kesimler karşısında yalnızca muhafazakâr-dindarları temsil ettiğini söyleyen bir partinin –dindar-laik ayrışması üzerinden siyaset yapan Milli Görüş geleneğinden gelen siyasi partiler en fazla yüzde 21.38’lik bir oya (1994 genel seçimleri) ulaşabilmiştir–  yüzde 50’yi aşkın bir oy alması ne kadar mümkündür? Şayet AK Parti laik toplumsal kesimler karşısında sadece muhafazakâr-dindarların sözcülüğüne soyunmamış ise, CHP’nin iddia ettiği dindar-laik çatışması kendisinden başka bir ayrışmanın perdeleyicisi olabilir mi?

Sol ve liberaller

Yine, Türkiye’de İslamcı siyasetin aktörü olduğu iddiasındaki Saadet Partisi’nin ısrarla altını çizdiği gibi Türkiye’de siyaset merkezinde adaletin olduğu mazlumlar ile zalimler arasındaki bir çatışmadan mı ibarettir? Şayet böyleyse Saadet Partisi’ne şu soruyu sormak gerekir: Saadet Partisi ekseriyetle ülkenin ekonomik ve kültürel olarak kaymak tabakasının desteklediği Millet İttifakı içerisinde adaleti, yani toplumda çoğunluğu oluşturan görece ekonomik ve kültürel açıdan dezavantajlı kesimlerin haklarını ne şekilde ve ne ölçüde savunabilir? Azınlıktaki bu ayrıcalıklı kesimlerden kesinti yapmadan yani bir bakıma onlara “adaletsizlik” yapmadan çoğunluktaki toplumsal kesimlere adaleti nasıl getirilebilir? Daha da ötesi, uzunca bir süre zulmün ve tahakkümün uygulayıcısı olmuş ve siyasi çizgisini değiştirmediğini her fırsatta açık eden CHP gibi bir siyasi aktörden ülkeye adaleti getirmede ne gibi bir yardım beklemektedir?

Yoksa Türkiye’de siyaset PKK’nın siyasi uzantısı HDP’nin ileri sürdüğü gibi Türk-Kürt ayrışması tarafından mı belirlenmektedir? Bu ayrışma siyasetin ana belirleyicisiyse veya önemli parametrelerinden birisiyse, neden Kürtlerin belli bir kısmı AK Parti’ye destek çıkarken, Türklerin bir kısmı Kürt milliyetçisi ve devleti bölgede işgalci ve sömürge gücü olarak gören HDP’yi desteklemektedir? Ve yine, ağızlarını her açtıklarında papağan gibi barış ve demokrasi ifadelerini tekrar eden HDP’li siyasetçiler, bir toplumu bölen ve şiddete varan bir çatışmayı körükleyen Türk-Kürt ayrışması gibi etnik bir cepheleşmeyle bahsettikleri barış ve demokrasiyi nasıl hayata geçirmeyi düşünmektedirler? Ve yine sürekli olarak çoğul “halklar” ifadesini diline dolayan bir siyasi hareket, toplumu bir bütün olarak ele alan ve bireyleri tek bir noktada eşitleyen demokrasi fikrine ihanet etmiyor mudur?

Türkiye’de siyasetin temel çatışma hattı yoksa solun iddia ettiği gibi işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında mıdır? Eğer böyleyse, neden işçi sınıfı olarak adlandırılan toplumsal kesimler bizzat gündelik hayatlarında tecrübe ettikleri “sömürü düzeni”ni sol paradigma üzerinden hedefe koymamakta ve bunu siyasi bir harekete dönüştürmemektedirler? Yanlış bilinçlenme ve örgütsüzlük gibi klişe bahaneleri bir kenara bırakacak olursak, bu toplumsal kesimler kendilerini “işçi” olmanın ötesinde çok daha farklı bir şekilde ve farklı bir siyasetin aktörü olarak görüyor olabilirler mi? Daha da ileri gidersek, laikliğe ve Batı’nın Aydınlanma değerlerine bağlılık ve sadakati emperyal Batı’nın organize ettiği sömürü düzenine başkaldırıda başarılı olmanın vazgeçilmez bir unsuru ve öncülü haline getirerek, yani bir toplumun kendi iradesini ve değerlerini bir kenara koyup varoluşsal-kültürel bir bağımsızlık hedefi ortaya koymaksızın siyasi-ekonomik bağımsızlık elde etmesi ne denli mümkündür?

Temel çatışma hattı

Yoksa ülkede siyasetin temel çatışma hattı liberallerin ileri sürdüğü gibi demokratik zihniyet ile otoriter/ataerkil zihniyet arasında mıdır? Başka bir ifadeyle, ülke siyasetinde temel çatışma devlet ile (sivil) toplum ve birey arasında mı gerçekleşmektedir? Liberallerin perspektifinden siyaset bu şekilde görülebilir, ancak toplumsal alanda bu ayrışmanın bir karşılığı var mıdır? Bu ayrışma siyaseten anlamlı bir ayrışma olsaydı şayet, bu fikirleri savunan bir siyasi hareket ya da parti –mesela Liberal Demokrat Parti– ülke siyasetinin en başat aktörlerinden birisi olmaz mıydı? Bu noktada liberallerin ve bazı “endişeli” muhafazakarların övünç kaynağını oluşturan şu soruyu da sormalıyız: AK Parti’nin devlet iktidarını tekeline almış bürokratik vesayeti ya da Kemalist otoriterliği tasfiye etmesindeki başarısı bu liberal dili kullanmış olmasından mı yoksa milletin demokrasi istenci, yani kendi iradesini siyasete taşımak için göstermiş olduğu üstün motivasyon ve mücadele gücünden mi kaynaklanmaktadır?  Ve yine, devleti mücadele edilecek bir olgu olarak canavarlaştırıp kolektif özgürlüğün, yani milli bağımsızlığın altını oyarak bireysel özgürlüğü sağlamak ne denli mümkündür? Dünyanın en özgür bireylerinin dünyanın en güçlü devletlerinin, yani kolektif özgürlüğü en iyi sağlayan ülkelerin vatandaşları olmaları bir tesadüf müdür?

24 Haziran seçimlerinin sonucuna bağlı olarak milli irade en sonunda ülke siyasetinde hâkim hale gelecek ya da karşıtları yüzyılı aşkın süredir sürdürdükleri iktidarlarını biraz daha sürdürmek adına önemli bir fırsat yakalayacaklardır. Bu açıdan 24 Haziran seçimleri modern Türk siyasetindeki en kritik seçim olarak karşımızda durmaktadır.

[Star, 17 Haziran 2018].


Etiketler »