Sekiz Türkün öldürüldüğü Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) davasının müdahil avukatlarından Türk kökenli Seda Başay Yıldız’a gönderilen tehdit mektupları geçen haftalarda Almanya gündemini meşgul etti. Avukat Yıldız’a ilk tehdit mektubu 2 Ağustos’ta gönderilmişti. NSU davası sürecinde de defalarca tehdit mektupları alan Yıldız, bu mektupta sadece kendisinin değil iki yaşındaki kızının da ölümle tehdit edilmesi üzerine suç duyurusunda bulundu.
Mektup ırkçı NSU örgütüne atıfla “NSU 2.0” adıyla imzalanmıştı. Yapılan soruşturma esnasında ipuçlarını takip eden Frankfurt polisi, Yıldız’a ait bilgilerin emniyet içinden, bir kadın polise ait bilgisayardan alındığını tespit etti. Soruşturmanın derinleşmesi üzerine, emniyet içindeki aşırı sağcı bir grubun WhatsApp üzerinde bir sohbet grubu kurarak buradan bazı ırkçı paylaşımlar yaptığı, (Yahudilerin yakıldığı toplama kamplarındaki fırınlara atıfla) bacası tüten evlerin ve gamalı haçın yer aldığı resim ve karikatürlerin paylaşıldığı tespit edildi. Bu çerçevede tehdit mektubuyla ilgisi olduğu tespit edilen altı polis açığa alındı.
İlerleyen süreçte Avukat Yıldız Aralık ayında ikinci bir tehdit mektubu daha aldı. Bu kez mektupta anne ve babasının tam adları ile ailesinin açık adresine yer verilmişti. Ayrıca ilk tehdit mektubunun ardından açılan soruşturma ve geçici olarak görevden el çektirilen polislere atıfla “Anlaşılan polis arkadaşlarımıza ne yaptığının farkında değilsin!” ifadesi kullanılmıştı. Polis tarafından yürütülen soruşturmaya rağmen tehdit mektupları devam etmiş ve Yıldız Ağustos ayından bu yana dört ayrı tehdit mektubu daha almıştı. Avukat Yıldız’a tehdit mektubunu polislerin bizzat kendilerinin mi yazdığı, yoksa kendisine ait bilgilerin üçüncü kişilere mi verildiği hususu ise açıklık kazanmadı. Alman polisinin Avukat Yıldız’a kendisini koruması için silah ruhsatı almasını tavsiye etmesi ise kamuoyunda skandal olarak nitelendi ve bir hukuk devleti olan Almanya’nın göçmen uyruklu vatandaşlarını korumaktan aciz olduğunu düşündürdü.
Sadece ırkçı NSU örgütünün ilk kurbanı Enver Şimşek’in ailesine vekaleten davaya müdahil olan Yıldız’a değil, diğer pek çok NSU avukatına ve göçmenlerle ilgili davalara bakan diğer avukatlara da tehdit mektubu gönderildiği biliniyor. Nitekim NSU davasının sözcüsü haline gelen Mehmet Daimagüler de kendisine gelen tehdit mektupları nedeniyle suç duyurusunda bulunmuştu. Avukat Yıldız’a gönderilen mektubun hemen ardından, bu kez bir başka NSU davası avukatı Mustafa Kaplan’a da “NSU 2.0” imzalı ve benzer içerikli bir tehdit mektubu gönderilmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaretin konu edildiği Böhmermann davasında Erdoğan’ın avukatlığını da yapan Kaplan, mektubun kendine bu nedenle gönderildiğini açıkladı.
Devlet içindeki aşırı sağcılar
Göçmen kökenli avukatları hedef alan tehdit mektupları skandalını, NSU davası esnasında ve sonrasında yaşanan gelişmelerden ayrı düşünmemek gerekir. Örneğin NSU davası soruşturma sürecinde polis, başlangıçta öldürülen Türklerin ailelerini suçlamıştı. Örgütün uzun yıllar fark edilmeden cinayetleri işlemiş olması kamuoyunda kuşkuyla karşılanmıştı. Bu durumun Alman polisinin ve istihbaratının örgütle derin ilişkilerinin varlığına işaret ettiğiyle ilgili kamuoyunda geniş bir mutabakat var. Nitekim Alman istihbaratı ile örgüt arasındaki ilişkiye işaret eden bir belgeye mahkeme tarafından 120 yıl erişim yasağı konulması da bu kuşkuları artırmıştı. Pek çok tanığın şüpheli bir biçimde öldüğü, yıllarca süren ve karışık bir örgü içinde gerçekleşen cinayetlerin sadece 3 kişiden oluştuğu iddia edilen NSU örgütüne mal edilmesi de tartışmalar meydana getirmişti.Nitekim Avukat Yıldız bizzat müdahil olduğu NSU davası dava devam ederken verdiği beyanatlarda, devlet kurumlarınca pek çok belgenin dava avukatlarına ulaştırılmamasını ve kurbanlara fail muamelesi yapılmasını eleştirmişti. Yıldız bunun yanı sıra “Öfkeliyim. Bu dava bana asla bu topluma ait kabul edilmeyeceğimi gösterdi. Hukuk devletine inancım derinden sarsıldı” açıklamasıyla gördüğü hukuk skandalları karşısında şaşkınlığını ifade etmişti.
Alman makamları, özellikle içişleri ve dışişleri bakanlıklarında yuvalanmış eski Nazilerin savaş sonrası kısa dönemdeki siyasi etkisini araştırmak için, geçen yıllarda milyonlarca avroluk çalışmalar yaptırmıştı. Fakat aşırı sağ ideolojiye sahip kadroların günümüzdeki nüfuzlarının henüz yeterince araştırılmadığı görülüyor. Örneğin 2017 yazında Alman ordusu Bundeswehr içinde Üsteğmen Franko A.’nın darbe yapmak ve siyasilere suikast düzenlemek üzere örgütlendiği gün yüzüne çıkmıştı. İstatistiklere göre, 2008-2018 yılları arasında aşırı sağcı ve ırkçı oldukları belirlenen 200 asker ordudan atılırken bir kısmı da görevine devam etmiş. Son dönemde aşırı sağcı askerlerin sayısının 400’e ulaştığı tahmin ediliyor.
Bu noktada Alman polisi içindeki aşırı sağcı yapılanmanın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretinde de gündem konusu olduğunu hatırlatmak gerekir: Zira Erdoğan’a korumalık yapan Alman özel harekatına bağlı iki polisin, kendilerine kod adı olarak NSU örgütü üyelerinden Uwe Böhnhardt’ın adını seçtikleri ortaya çıkınca polisler hakkında soruşturma açılmıştı.
Almanya’daki resmi kurumlar içindeki aşırı sağ oluşumlara işaret eden bir diğer olay ise Chemnitz’te cinayet vakasına karışan bir Suriyeli ve Iraklı hakkındaki tutuklama kararının ve bu kişilerin isim ve uyruklarının polis içindeki aşırı sağcı şebekelerce dışarı sızdırılmış olmasıdır. Kısa sürede dolaşıma sokulan bu haberler neticesinde, aşırı sağcı gruplar kısa sürede şehir merkezinde toplanarak yabancılara saldırmışlardı.
Ancak Alman yetkililerin bu skandal olayların üzerine gitmek yerine bunları yok saymaları ya da yeterince ciddiye almamaları dikkat çekiyor. Özellikle Avukat Yıldız vakasında CDU’lu Hessen Eyalet İçişleri Bakanı Peter Beuth’un eyalet meclisini ve adli birimleri bilgilendirmemesi muhalefet tarafından eleştirilmişti. Benzer şekilde, Alman ordusunda (Bundeswehr) aşırı sağcı bir yapı kurduğu iddia edilen Üsteğmen Franko A.’nın , (Savunma Bakanı von der Leyen’in orduda aşırı sağcı bir oluşumun varlığını açıkça ifade etmesine rağmen) delil yetersizliğinden serbest bırakılması, meselenin sıradan adli bir vakaya indirgenmeye çalışıldığını gösteriyor.
Fiziki saldırılar ötekileştirme siyasetinin bir sonucu
Almanya’da bir süredir benimsenen hakim siyasi söylem anlaşılmadan, son dönemde artan ırkçı saldırılar ve aşırı sağ oluşumların bu denli pervasızca hareket edebilmesi gerçek manada anlaşılamaz. Almanya’da aşırı sağcı AfD’nin yükselişi ve söylemlerinin merkez siyaset tarafından da benimsenmesiyle birlikte İslamofobik saldırılarda da somut bir artış görülüyor. Nitekim geçen hafta Berlin’de başörtülü bir genç kızın bir Alman kadının saldırısına uğraması ve iki Suriyeli genç kızın da ırkçıların yumruklu saldırısına maruz kalması, bu duruma somut birer örnek teşkil ediyor.Aşırı sağcı parti AfD’nin başkanı Gauland’ın Türk kökenli bir siyasetçi hakkında sarf ettiği “Alman kültürünün ne olduğunu anlatın. O zaman bir daha hiç buraya gelmez ve biz de onu (Tanrı’ya şükür) Anadolu’ya gönderir, bertaraf ederiz” sözleri hatırlandığında bu paralellik daha da somutlaşıyor.
Kurumsal ırkçılık ve yabancılara yönelik fiziksel saldırılar, Almanya’nın aslında asimilasyonu amaçlayan sözde kültürel entegrasyon siyaseti eşliğinde okunmalıdır. Nitekim bu siyaset Almanya’da yaşayan göçmenlerin gündelik hayatlarına doğrudan yansımaktadır. Almanya’da pek çok okulda, teneffüslerde İngilizce konuşulmasında bir beis görülmezken Türkçe konuşmanın yasaklanması bunlardan sadece biri. Benzer şekilde, farklı dinî ve kültürel grupların yıllardır Leitkultur (öncü kültür) adı altında asimile edilmesi siyasetine, son dönemde “Alman İslamı” tartışması da eklendi. Müslümanları kendi tasavvuruna göre yeniden formatlamayı amaçlayan bu tartışmaların, var olan Türk ve Müslüman kimliklerin oldukları gibi kabulü yerine, önce aşağılanması ve sonra da tasfiyesinin hedeflendiği görülüyor. Bu noktada, nefret suçlarının sadece Nazi sembollerinin taşınmasını değil, aynı zamanda farklı kültürler ve kimliklere yönelik ayrımcılık ve ötekileştirmeyi de kapsaması gerekiyor. Almanya göçmen kökenlilerin kültürel aidiyetlerini ötekileştirmekten vazgeçmedikçe, yabancılara yönelik fiziksel saldırılar ve kurumsal ırkçılık devam edecektir.
Almanya’da öğrenim görmüş ve bu ülkeye dair idealleri olan göçmen kökenli bir avukat olan Yıldız’ın dahi “Artık hukuk devletine inanmıyorum. Kendimi güvende hissetmiyorum” demesi iyi okunmalıdır. Almanya’da son bir yılda her geçen gün görünür hale gelen kurumsal ırkçılık ve bunun bir yansıması olan fiziksel ırkçı saldırılar kaygı vericidir.
“Her an bu ülkeden kaçacakmış gibi yaşıyorum”
Almanya’da her biri ayrı bir skandal olan ırkçı saldırılar ve kurumsal ırkçılık sorunu sadece Müslümanları değil Yahudileri de endişelendiriyor. Nitekim Die Welt gazetesinin Almanya’da yaşayan Yahudiler arasında yaptığı bir soruşturmada, Yahudi bir blog yazarının ifade ettiği “Almanya’da herhangi bir mülk edinmeyi düşünmüyorum ve her an bir olay olacakmış gibi ve bu ülkeden kaçacakmışım gibi yaşıyorum. Tarihte yaşanan olaylar tekrarlanmaz, diye düşünürdüm. Artık böyle düşünmüyorum” şeklindeki hisleri de olayın ciddiyetini gösteriyor.Nazilerin seçimlerden başarıyla çıkıp Yahudileri toplama kamplarında imha etmesine kadar geçen süreçte kültürü, toplumu ve siyaset dilini nasıl değiştirdiği unutulmamalıdır. NSU davasında da failler gerçek manasıyla yargılanmadığı ve cinayetlerde ihmali ve hatta dahli bulunduğu iddia edilen kurumlar ve kişiler yargılanmadığı müddetçe kurumsal ırkçılık sona ermeyecektir.
Alman devletinin yabancılara ve özellikle Müslümanlara bakışı, kültürel asimilasyon bağlamından ve güvenlikçi perspektiften kurtulmadıkça kurumsal ırkçılık devam edecektir. Almanya’nın farklı dinî ve kültürel kimliğe sahip vatandaşlarını koruyamayan aciz bir devlet görünümünden kendini kurtarmasının yolu, tüm vatandaşların barış içinde yaşayabileceği, çoğulcu kültürel ve özgür bir toplumsal atmosferin oluşturulmasında saklıdır. Bu da “öncü kültür” ve kültürel asimilasyon siyasetinden vazgeçilerek, farklı din ve kültürlere sahip göçmen kökenli vatandaşlarla eşit, göz hizasında bir ilişki kurulmasına ve tüm vatandaşlara eşit değerde muamele etmeye bağlıdır. Aksi halde Almanya, tüm vatandaşlarına eşit davranan bir hukuk devleti değil, sırf farklı bir kökene ve kültüre sahip oldukları için kendi vatandaşlarını bile korku içinde yaşamak zorunda bırakan bir devlet haline dönüşecektir.
[AA, 15 Şubat 2019].