Medyada canlı yayınlanan operasyonla Paris suikastçıları öldürüldü. Bazı rehineler de hayatını kaybetti. Medyanın bakış açısına göre neticede katiller öldürülünce Fransa büyük bir badireyi atlatmış oldu. Hatta bütün dünya derin bir nefes aldı. (Bu olay aynı zamanda Fransa’nın yani Batı’nın dünyanın merkezi olduğunu teyit eden bir sonucu da gösterdi. Irak’ta, Afganistan’da, Yemen’de, Orta Afrika’da veya Suriye’de her gün yüzlerce insan ölmesine rağmen böylesine bir atmosfer hiçbir ülkede ve hiçbir insanın ruh dünyasında oluşmadı).
Şunu da atlamamak gerekiyor. Burada bir nokta koyalım ve badirenin gerçekten atlatılıp atlatılamadığı sorusunu soralım. Fransa ve hatta Avrupa tehlikeyi atlatmış durumda mı?
Bu soruyu suikastların nedenleri ve sonuçlarından bağımsız olarak sormakta ve cevap aramakta fayda var. Nedenlerin ne olduğunu hiç kimse tam olarak bilmiyor. Katiller öldürüldüğüne göre hiçbir zaman da öğrenilemeyecek. Sonuçlarının ne olduğuna dair öngörüde bulunmaksa zor değil. Avrupa’da yaşayan Müslümanlara karşı artan baskı, nefret suçu ve ayrımcılık ivme kazandı. Camilere ve mescitlere yapılan saldırılar yeni bir boyuta taşındı. Avrupa’da ırkçı ve İslam karşıtı siyasi partilerin ve örgütlerin daha fazla güç kazanacağı yeni bir atmosfer ortaya çıktı. Sonuçta Müslümanlara karşı var olan dışlayıcı ve ötekileştirici söylemi pekiştirecek yeni bir durumu herkes iliklerine kadar daha fazla hissetmeye başlayacak.
Artık İslam, çok daha fazla Batı uygarlığının karşıtı olarak konumlandırılıyor. Medeniyetler çatışması ve tarihin sonu tezleri bile yeniden tartışılmaya başlandı.
Böylesine derin sonuçları olan, küresel siyaseti kalbinden etkileyen ve belirli odakları harekete geçmeye zorlayan bir suikastın sıradan olabileceğini düşünmek bile abesle iştigaldir. Oldukça iyi hesaplanmış ve nereye varacağı planlanmış bir suikast olduğunu söylemek aslında sıradan bir tespit. Öyle olduğu açıkça görülüyor.
Yine de tüm bunlar Avrupa uygarlığının yeni bir yüzleşme yaşaması gerektiği hakikatini ve bunu yıllardır ertelediği gerçeğini örtmüyor. Batı’nın esas sorunu kendi içinde yaşayan insanlara hala dışlayıcı bir anlam dünyasından hareketle bakıyor olmasında yatıyor. Birlikte yaşamak yerine asimile etmek çabası tepkisel bir tutumu ortaya çıkartabiliyor. Avrupa kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi inanmayan ve hayatın tüm alanlarında yaşam pratiklerini kendisi gibi uygulamayan insanlarla yaşamasını öğrenemediği; ötekine cehennem olarak bakmaktan vazgeçmediği, tek boyutluluğunu kıramadığı sürece, böylesi riskler kapısında olmaya devam edecektir. Küreselleşmenin geldiği noktada Dünyanın diğer bölgelerindeki şiddet olaylarından, acıdan, gözyaşından ve insanca yaşamanın herkesin hakkı olduğuna dair düşünceden soyutlanmış bir ada oluşturmak mümkün değil. Batı şapkasını önüne koyarak adaletin herkes için olması gerektiğine dair daha fazla kafa yormalı. Bu yüzden Afrikalılar, Türkler, Araplar ve diğerleri kendi kimlikleriyle, inanç ve değer sistemleriyle birlikte yani kendileri olarak Batı’da yaşayabildiği ölçüde normalleşmenin daha hızlı olacağını söylemek kehanet değil.
İslam coğrafyasındaki radikalleşmenin nedenlerini ve Paris’te yaşanan cinayetleri salt Batı kaynaklı nedenlerle açıklamak elbette hem yeterli değil hem de gerçekçi değil. İslam coğrafyasındaki ülkeler kendi sorunlarını kendisi çözebilecek ve yakında daha büyük felaketlere neden olabilecek radikalleşmenin önüne geçebilecek formülleri üretmek zorunda. DEAŞ gibi El Kaide gibi toplumsal değerlerden kopuk, nasıl ortaya çıktıkları, ne zaman ve nerede patlayacakları belli olmayan yapıların zemin kazanmasının önüne geçebilmesiyle işe başlanabilir. Bu yüzden de önce Irak, Suriye ve Mısır’a bakılması yeterli.
[Milat, 11 Ocak 2015]