Böyle diyor türküde. Kahveyi kavururlar, içmeden savururlar! İçinde bulunduğumuz hali anlatıyor sanki.
***
Batılılaşma sürecimiz bizi iki alanda dışa bağımlı hale getirdi: ekonomi ve dış politika. On dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren önce Osmanlı Devleti'nin, ardından Türkiye Cumhuriyeti'nin elini kolunu bağlayan pek çok düzenleme ve yaptırım gündeme geldi.
Modern dönemde uluslararası düzen, Batı içinde yürüyen çetin mücadele ve çekişmelerle tesis edildi. Bu düzen içinde Türkiye'nin yeri oldukça netti. Türkiye, öngörülebilir bir partner, sadık bir dost ve hatırı sayılır bir pazar demekti. Türkiye'nin içeride ne yaptığından ziyade dış politikasında ve ekonomi siyasetinde nasıl bir tutum aldığı önemliydi. Ve Türkiye bu konuda "dost ve müttefik bir ülke" olarak hareket etti.
***
Türkiye, "dost ve müttefik ülke" konumu gereği 1945 sonrası oluşan yeni uluslararası gelişmelerin dayatmasıyla çok partili hayata geçti. Sisteme yeni bir unsur eklenmiş oldu: Halkoyu. Sisteme eklenen her yeni unsurun denklemi değiştirme ihtimali söz konusudur. Öyle de oldu.
Dönem dönem, bu "dost ve müttefik ülke"nin yönetimine, cari uluslararası düzene ve bu düzen içinde Türkiye'nin yerine itiraz eden siyasi aktörler geldi. Geldiler ama geldikleri gibi de gittiler. Zira bu "dost ve müttefik ülke"nin içindeki candan dostlar, Batı'nın makbul görmediği siyasi aktörleri her seferinde ellerindeki silahla alaşağı ettiler.
***
Türkiye'nin öngörülebilirliği, on dokuzuncu yüzyılda kurulmaya çalışılan ve 1945 sonrasında ana hatları çizilen uluslararası düzen için son derece önemli bir faktördü. Soğuk savaş düzeni içinde Türkiye bu rolünü "başarı"yla oynadı. Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğindeki tek kutuplu dünya içinde Türkiye'nin öngörülebilirliği daha da önemli bir hal aldı.
Türkiye 1990'lar boyunca dış politikasında öngörülebilirliğini sürdürdü, "dost ve müttefik ülke" standartlarına uygun davrandı. Ne var ki Türkiye 1990'lı yıllarda ekonomik açıdan öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktı. İçerideki müttefiklerin hırslarının ayarı kaçınca, ekonomi düzeni çöktü. Ekonomik istikrarsızlık, Türkiye'nin öngörülebilirliğine zarar verdi. 2002'de AK Parti iktidara geldiğinde kendisinden öncelikle ülkeyi ekonomik açıdan öngörülebilir bir hale getirmesi, istikrara kavuşturması beklendi. Bu noktada AK Parti başarılı oldu. Ve Türkiye, tarihinde olmadığı kadar uluslararası sermayeyi kendisine çekti. AK Parti, başlangıçta dış politika alanında da "dost ve müttefik ülke" standartlarına uygun davrandı. Türkiye, Batı açısından öngörülebilirliğini sürdürdü.
***
Türkiye, 2000'li yıllar boyunca zenginleşti, büyüdü, güçlendi. Siyaset itibar kazandı. Demokrasisi normalleşti. Toplum özgüven kazandı. Türkiye bölgesine etki edebilmeye, küresel sorun alanlarına müdahil olmaya başladı.
Fakat en çok da Türkiye, kendi yapısal sorunlarına yerli bir bakış açısıyla eğilmeye başladı. Bölgesiyle Batı'nın teşvik ve himayesi dışında ilişki kurdu. Kürtlerle de, Araplarla da, Türkmenlerle de kendi ad ve hesabına ilişki kurdu. Kendi stratejisini sahada uygulamaya çalıştı. Oslo görüşmeleri kısmen, çözüm süreci tamamen böyle başladı. Türkiye, aynı zamanda ekonomide de, neo-liberal ekonomi düzeni dışında, kendi ad ve hesabına hareket etmeye çalıştı. IMF'nin Türkiye için çizdiği çerçeveyi kabul etmedi.
Türkiye ekonomide ve dış politikada uyguladığı yerli politikalar nedeniyle Batı açısından öngörülebilirliğini yitirdi.
Bu sürecin faturası R. Tayyip Erdoğan'a kesildi. Türkiye'nin Batı güdümündeki uluslararası düzen içindeki sınırlı rolüne itiraz eden Erdoğan hedef tahtasına oturtuldu. Ne yazık ki Türkiye toplumunun hatırı sayılır bir kısmı da buna ikna edildi.
***
Oysa ki kahveyi kavurmuş, kokusunu içimize çekmiştik...
[Sabah, 29 Haziran 2015]