AK Parti birçok padişahın, sivil ve askeri kanadıyla bürokratik orta sınıfın, iktisadi burjuvazinin ve farklı siyasi partilerin dahil olduğu modernleşme sürecinde özel bir konumda bulunmaktadır. AK Parti'nin Türk siyasi hayatı içerisinde teşkil ettiği bu özel konumu anlamak için iki yüz yılı aşkın bir süreyi kapsayan modernleşme tecrübemize yakından bakmak gerekir.
Farklı aktörlerden müteşekkil reformistlerin tamamının ortak hedefi, güç dengesinin kendi lehlerine bozulmasıyla emperyalist emeller peşine düşen Batılı devletler karşısında ülkenin kurtarılmasıydı. 18. yüzyılın sonunda Sultan III. Selim ve 19. yüzyılın başında Sultan II. Mahmut ile Tanzimat dönemine (1839-1876) damgasını vuran sivil bürokrasi arasında, Sultan II. Abdülhamid Han (1876-1909) ile II. Meşrutiyet devrine (1908-1919) hakim olan İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında, Cumhuriyeti kuran ordu ve siyasi uzantısı Cumhuriyet Halk Partisi ile 1950'lerden itibaren çok-partili siyasi hayata geçiş için bastıran liberal-demokrat partiler arasında bu konuda herhangi bir farklılaşma söz konusu değildir.
Reformistlerin ayrıştığı nokta metot konusundaydı. Hangi metodun izleneceği modernleşmenin ikinci ve siyaseten çok daha kritik boyutunu oluşturuyordu. Askeri yeniliklerin yanı sıra Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmut ve Sultan II. Abdülhamid Han ülkenin kurtuluşunun devletin yeniden sultan etrafında organize edilmesiyle mümkün olacağına inanıyordu. Özetle, 14 ila 16. yüzyıllar arasını kapsayan klasik dönemin patrimonyal ve geleneksel otoriteye yaslanan mutlakiyetçi yapısına geri dönüşün tek çare olduğunu ileri sürüyorlardı.
Tanzimat'ın sivil bürokrasisi ise devletin, daha dinamik bir iktidar odağı olarak gördükleri, Bab-ı Ali etrafında dizayn edilmesiyle kurtulacağı kanaatindeydi. Bürokratlar ideal olarak Weberyan anlamda rasyonel-bürokratik bir otoritenin tesis edilmesini istiyorlardı. Reformist sultanlar ile sivil bürokrasi ülkenin hem teknik hem de kültürel anlamda gerekli modern araçlara ve yeniliklere belli ölçüde açık olması konusunda ise hem fikirdi.
20. yüzyıl ordunun ülkede ilk defa siyasi liderliği ele almasına şahit oldu. Kökenleri orduya dayanan İttihatçılar ve Cumhuriyet'in kurucu elitleri kendilerinden öncekilerden ayrılarak siyasi düzenin hâkimiyet-i milliye ilkesi etrafında yeniden inşa edilmesi taraftarıydı. Ülkenin kurtuluşu için mutlakiyetçiliğe ve geleneksel siyasi düzene karşı farklı şekillerde de olsa milliyetçiliği öne çıkarıyorlardı. İttihatçılar anayasal monarşide karar kılarken, Kemalistler daha da ileri giderek Cumhuriyet rejiminin tesisini arzuluyorlardı. Kemalistler kültürel reform konusunda da daha radikal bir çizgiyi benimsemişlerdi. İronik bir şekilde, Batı medeniyetine mutlak anlamda benzeşerek Batı'yla başa çıkılacağına inanıyorlardı.
20. yüzyılın ilk yarısına damga vuran İttihatçılar ve Kemalistler modernleşmenin kilit unsurlarından olan hakimiyet-i milliye ilkesini doğal olarak pratiğe dökemediler. Aşırı aşkın bir devlet fikri ve pratiğinin ağır basmasının yanı sıra, egemenliğin kaynağı olarak gördükleri milletin siyasi vizyonunun ve kültürel kodlarının Batıcı ideolojiyle çelişmesi bunda önemli rol oynuyordu. Dolayısıyla, bu dönemde hakimiyet-i milliye ilkesi ve cumhuriyetçilik temelde monarşi ve İslam'a dayalı geleneksel siyasi düzeni ortadan kaldırmak için kullanılan bir araç olmanın ötesine geçemedi.
1950'li yıllardan itibaren bir taraftan liberal bir siyasi vizyon üzerinden bireysel haklar ve özgürlükler, diğer taraftan modern demokrasinin özünü oluşturan hakimiyet-i milliye siyaseti farklı siyasi partiler tarafından pratiğe dökülmeye çalışıldı. Bu partiler mevcut rejimin teorisi ile pratiği arasındaki çelişkisinden, yani sözde demokratlığından ve cumhuriyetçiliğinden besleniyordu. 1950'lerde Demokrat Parti, 1960 ve 1970'lerde Adalet Partisi, 1980'lerde ANAP ve 1990'larda Refah Partisi bu siyasi damarın liderliğine soyundu. Bu demokratik popülist siyasi aktörler karşılarında zamanla yekpare bir siyasi bloka dönüşmüş olan askeri ve sivil bürokrasi, büyük sermaye, siyasiler ve aydınlardan müteşekkil Batıcı orta sınıfı buldu. Ancak ideolojik ve kurumsal çelişkileri ve karşılarında organize bir siyasi blokun varlığı nedeniyle bu partiler gereken başarıyı sağlayamadı. Siyasi düzen ile millet arasında yabancılaşma devam etti. Siyasi modernleşmede gereken yol alınamadı.
Baştaki tespitimize dönecek olursak, AK Parti'nin işgal ettiği özel konum devlet-millet yabancılaşmasını ortadan kaldırmaya muvaffak olması, ülkeyi 17 yılın sonunda demokratikleştirmesi ve normalleştirmesidir. AK Parti iktidarında modern demokratik siyasetin özünü oluşturan hakimiyet-i milliye ilkesi gerçek anlamda pratiğe dökülmüştür. Başkanlık sistemiyle birlikte Batıcı orta sınıfa dayalı oligarşik düzen yıkılarak hakimiyet-i milliye ilkesine dayalı demokratik düzen tesis edilmiştir. Bu durum modernleşme tecrübemizde en ileri siyasi noktayı oluşturmaktadır. Ülkede bu noktadan sonra siyasi gündem, ileriye dönük modernleşme çaba ve tartışmalarından ziyade demokratik düzenin konsolide olması ve tam anlamıyla işlemeye başlayarak ülkenin uluslararası alanda bağımsızlığını ve etkinliğini artırması meselesince belirlenmelidir.
[Sabah, 17 Ağustos 2019].