SETA > Yorum |
Orlando Saldırısı ve Amerika-İslam İlişkisi Üzerine Düşündürdükleri

Orlando Saldırısı ve Amerika-İslam İlişkisi Üzerine Düşündürdükleri

Amerikan halkı Kasım seçimlerinde Amerika’nın kendi kimliği ve İslam’la ilişkisinin nasıl kurulması gerektiği üzerine de bir karar vermiş olacak.

12 Haziran’da gerçekleşen Orlando saldırısı Amerikan gündeminin başında yerini alırken, başkanlık yarışının da gündemini değiştirdi. San Bernardino saldırısının ardından yaptığı Müslümanların Amerika’ya girişinin "ne olduğunu anlayana kadar" geçici olarak yasaklanmasını savunan ve Cumhuriyetçi rakiplerine karşı prim yapan Trump için Orlanda yeni bir fırsat gibi göründü. San Bernardino’da "bu insanların kim olduğunu bilmiyoruz" teziyle terörle mücadele ve güvenlik tartışmasının ana parametrelerini anti-göçmen ve anti-İslam bir çizgiye çekmeyi başaran Trump, rakiplerinin daha ‘nüanslı’ görünen yaklaşımlarını da peşinen mahkum etmiş oluyordu. Ancak Orlando saldırısında olayın detayları ortaya çıktıkça, Trump’ın fazla aceleci davranıp saldırıdan siyasi fayda sağlamaya çalıştığı fazlasıyla bariz bir hal aldı. Elbette gene terör ve gene Müslümanlar tezi bir kesim tarafından güçlü bir kabul görmeye devam etti ancak Orlando saldırısını ‘silah kontrolü’ ve ‘nefret suçu’ tartışmalarından ayrıştırması kolay olmayacaktı. Başka bir deyişle Orlando saldırısı San Bernardino kadar "bizden nefret eden içimizdeki Müslümanlar"argümanına elverişli çıkmadı.

Trump’ın popülist, ırkçı ve ayrımcı ifadeleri Amerika’nın tıkanmış siyasetinden ve yeterince hızlı büyümeyen ekonomisinden dolayı kızgın kitleleri etkilemeye devam ediyor ancak bu eğilimlere karşı duran ve Amerikan kimliğinin daha katılımcı, çoğulcu ve çok kimlikli olması gerekenlerin varlığını azımsamak hata olur. Kasım ayındaki seçimlerin Trump-Clinton yarışının ötesinde, Amerikan kimliğinin nasıl olması gerektiğine ilişkin adeta bir referandum anlamına da geleceğini söylemek mümkün. Mevcut siyasi sistemden memnuniyetsizliğin ülkenin liderliğini Trump gibi korku siyaseti ve yüzeysel bir popülizm üzerine kurgulayıp göçmen ve Müslüman grupları da ‘öteki’ ilan eden birine emanet etmeyeyetecek seviyede bir enerji üretip üretemeyeceğini bekleyip görmemiz gerekecek. Bunun karşısında ülkenin gitgide ‘beyaz’ karakterini yitirmesini (projeksiyonlar 2050’ye kadar ABD nüfusunun yarısından çoğunu beyaz olmayan kesimlerin oluşturacağını öngörüyor) benimseyen ve daha çok ekonomik adaletsizlik üzerine odaklanan kesimlerin Trump’ı durdurup durduramayacağı da mevcut Amerikan kimlik kavgasının seyriyle ilgili bir fikir verecek.

BİR AMERİKAN HİKAYESİ
Orlando saldırısı sonrası saldırının faili Omar Mateen’le ilgili detaylar aslında oldukça tipik bir ‘Amerikan hikayesini’ andırıyordu. Akli ve ruhi dengesinin yerinde olup olmadığı belli olmayan, daha önce güvenlik güçlerinin radarına takılmış ancak ciddi somut delil olmadığı için salıverilmiş, otomatik silah edinmede zorluk çekmemiş ve kişisel krizini büyük bir katliam gerçekleştirerek toplumun ana gündeminin parçası haline getirmeye çalışan bir kişilik. Olay yerine intikal eden polislerle konuşmalarında DAEŞ ve Hizbullah üyesi olduğunu söyleyecek kadar bu örgütlerin bilgisinden uzak, ancak yaptığı katliamı kendince meşrulaştırmak için son anda bir etiket bulan kafası karışık bir karakter. Ancak bu ve bunun gibi diğer verilerin Amerikan toplumunun bir zaafı veya başarısızlığının ürünü ve nihai anlamda bir Amerikan hikayesi olabileceğini kabullenmek istemeyen bir kısım siyasetçi ve gazeteciler, Mateen’i Ortadoğu kaynaklı bir terörizm hikayesi perspektifinden değerlendirmeye daha yakın durdular. FBI ve diğer güvenlik güçlerinin epeydir tartıştığı ve korkulu rüyası haline gelen DAEŞ’den ilham alan ‘yalnız kurt’ saldırılarından birine benziyordu Orlando saldırısı. Ancak halen DAEŞ’le direk bağlantısı kurulabilmiş değil ve Mateen’in birçok başka kişisel sebeple hareket ettiğine ilişkin veriler çok daha güçlü. Bu durumda saldırının Ortadoğu kaynaklı bir terör hadisesi olarak tanımlanması ve ‘Amerikan hikayesi’ emarelerinin adeta göz ardı edilmesi artık mümkün olmayacak görünüyor. Dolayısıyla terörle mücadele gündemini tekrar ana gündem maddesi yaparak IŞİD’in Amerika için varoluşsal bir tehdit olduğunu ve adeta apokaliptik bir mücadele verildiğini işlemeye çalışan Trump gibi siyasetçilerin işi daha da zor hale geliyor.
ABD’NİN DAEŞ’LE BİTMEYEN SAVAŞI
San Bernardino saldırısının Orlando saldırısına göre daha klasik ‘Ortadoğu kaynaklı terör’ diskuruna oturduğunu ve bunun Trump’ın işine yaradığını belirtmek gerekir. Benzer biçimde Paris ve Brüksel saldırıları da Trump’ın oylarını artırmıştı. Popülist siyasetçilerin bu tür toplumu derinden yaralayan travmalardan faydalanmaları mümkün ancak bu negatif ve kızgın enerjiyi iktidara giden bir yol açmak için bir araya getirerek pozitif bir yöne kanalize etmeleri siyasi maharet istiyor. Trump şimdilik ayrıştırmakta ve ötekileştirmekte başarılı ancak Cumhuriyetçi Parti’nin tam desteğini hala arkasına alamadığına bakılırsa, birleştirmekte o kadar başarılı görünmüyor. Kadınlar, göçmenler, siyahlar, Hispanikler ve Müslümanlara karşı söylediklerine ve bu gruplar arasındaki kabul edilirliğine bakıldığında aslında Kasım’da kolaylıkla hiç şansı yok demek gerekiyor gibi gözükebilir.

Ancak 11 Eylül’den beri terörle mücadele gündemiyle boğuşan Amerikan en son 2014 Haziran’ından beri DAEŞ’le savaşa odaklanmış durumda. Ortadoğu’yu "biz ne yaparsak yapalım iflah olmayacak bir bölge"olarak gören bir psikoloji hem Amerikan kamuoyuna hem de bir yere kadar mevcut Obama yönetimine ait. Bu psikolojinin artık ne Ortadoğu’daki politika yanlışlarını ne de Suriye’deki insanlık dramını bitirmek için ciddi bir inisiyatif almayı konuşmaya iştahı var. Ortadoğu’da ‘hafif ayak izi’ bırakmak isteyen Obama yönetiminin bu tercihi aslında Amerikan halkının bölgenin sorunlarından ‘bıkkınlığının’ bir yansıması. Bu sorunların ortaya çıkışı veya sürmesinde Amerikan politikalarının ne kadar sorumlu olup olmadığı da adeta önemsiz hale gelmiş durumda. Trump da Amerika’nın bu kendi öznelliğini hikayeden çıkarmaya yatkın tavrını kendi lehine kullanmayı başarıyor. Diğer bir deyişle, ‘Amerika bölgenin istikrarı ve barışı için elinden geleni yaptı ancak bu iflah olmaz Ortadoğulu Müslümanlar bizden nefret ediyor’. Bu söylem bölgeden bakıldığında elbette absürt gelebilir ancak Amerikan kamuoyunun önemli bir kısmının Irak ve Afganistan ‘fiyaskoları’ yüzünden ödenen maliyetlere son derece kızgın olduğunu ve özellikle Irak müdahalesinin travmasını üzerinden atamadığını unutmamak gerekir.

YA TRUMP KAZANIRSA...
Orlando saldırısının tekrar gün yüzüne çıkardığı ikilemler (Amerikan hikayesi mi Ortadoğu terörü hikayesi mi, beyaz bir Amerika mı renkli bir Amerika mı vs.) önümüzdeki Kasım’da başkanlık yarışının önemli temalarından olacak. Kimlik siyaseti yapmaya çalışan popülist ve yeni bir siyasetçi figürle, merkezci siyaseti temsil eden ve değişim vaadi konusunda oldukça muhafazakar davranan eski ama kadın bir siyasetçiyi karşı karşıya getirecek Kasım seçimlerinin sıradan bir seçim olmadığı aşikar. Amerikan halkının her iki adayla da ilgili ciddi çekinceleri olduğunu ve birçoğunun kötüler arasında seçim yaptığını düşündüğünü göz önünde bulundurursak, başkan kim seçilirse seçilsin, Amerika’nın kimlik siyasetinin bitmeyeceğini öngörmek zor değil. Hatta belki de Amerika’yla özdeşleşmeyen bu tarz siyasetin yerleşmeye başlayacağı bir sürecin başında bile olabiliriz. Amerika’nın siyasetini dar gündemlere mahkum etmesini engelleyebilecek bir liderliğin çıkıp çıkamayacağını görmek için beklememiz gerekecek ancak bu konuda Amerikan halkının çok ümitli olduğunu söylemek de mümkün değil.

Kasım seçimlerinde Trump’ın kazanması durumunda Amerika’nın İslam’la ilişkisinin hemen değişeceğini varsaymak bir yanılgı olabilir. Trump ilk günden itibaren söylemini değiştirip pratikte çok daha makul politikalar izleyebilir, bu da ihtimal dahilindedir. Ancak böyle bir seçim Amerikan halkının genel olarak siyasete karşı duyduğu hayal kırıklığının bir göstergesi olacaktır ve Trump’ın ötekileştirme siyasetinin halk tarafından onaylanması anlamına gelecektir. Böyle bir senaryo Trump iktidara geldiğinde ne kadar ‘makul’ davransa da Amerika’nın İslam dünyasıyla ilişkilerini ve ülke içerisindeki Müslümanların konumlarını sorunlu hale getirebilir. Orlando saldırısının tekrar gündeme getirdiği İslam, terörizm ve Amerika ilişkisi başkanlık yarışının ötesinde artık hem Amerikan siyaset gündeminin hem de kimlik savaşlarının önemli bir parçası haline gelmiş durumda. Amerikan halkı Kasım seçimlerinde birçok sosyo-ekonomik ve siyasi meselenin dışında, Amerika’nın kendi kimliği ve İslam’la ilişkisinin nasıl kurulması gerektiği üzerine de bir karar vermiş olacak.

[Star Açık Görüş, 26 Haziran 2016].