11. Cumhurbaşkanı ve AK Parti kurucularından Abdullah Gül, uzunca bir süredir sürdürdüğü bekle-gör siyasetini bir kenara bırakarak açıktan pozisyon alma safhasına geçti. Bu geçişe yönelik adım, geçtiğimiz haftalarda hükümetin çıkardığı 696 sayılı KHK’ya yönelik “muğlaklık” eleştirisi yapması ve hukuk devleti savunusuyla gerçekleşti. Gül, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu çıkışa gösterdiği tepkiye de sessiz kalmayarak, geri adım atmayacağı ve bu tavrını sürdüreceğini açıkladı. Gül’ün bu hamlesine yönelik destek ya da eleştiri içeren –“siyasi bir hedefi yoktu” veya “partisine vefasızlık ediyor” gibi– apolitik değerlendirmeleri bir kenara koyacak olursak, bu hamlenin siyaseten ne anlam taşıdığı ve zamanlaması konusunda genel hatlarıyla iki görüş ortaya çıktı.
Bir yanda 2019’daki seçimlere gidilirken “Yeni Türkiye”nin kurumsallaşması ve yerleşiklik kazanmasını engellemek isteyen yerel ve küresel aktörle-rin AK Parti’nin önünü kesmek için nihayet Gül kartını oynadığı iddia edildi. Buna göre Gül’ün, kritik öneme sahip 2019 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşısına muhalefetin adayı olarak çıkarılacağı ifade edildi. Diğer yanda ise, AK Parti’nin Türkiye siyasetinde hegemonik bir kriz yaşadığı ve bu krizin daha da derinleşmesi nedeniyle Gül’ün eyleme geçtiği dile getirildi. Krizin hem AK Parti’nin kendi bünyesinde hem de Türki-ye siyasetinde olduğu vurgulandı. Açacak olursak, AK Parti’nin en başta ortaya koyduğu liberal-demokrat çizgideki siyasi prensiplerden ve bir kadro hareketi özelliği gösteren siyaset yapma tarzından sapmasının krizin nedeni olduğu ileri sürüldü. Türkiye siyasetinde ise, AK Parti’nin kendi sosyolojik tabanı dışındaki toplumsal kesimlere nüfuz etme kapasitesinin 2013’teki Gezi kalkışmasından itibaren düşüş yaşaması ve toplumda rıza üretme konusunda son dönemde yaşadığı sıkıntılar nedeniyle artarak şiddete ve olağanüstü hale başvurduğu iddiası krize gerekçe olarak sunuldu.
En uzun 15 yılda ne oldu?
Gül meselesinin anlaşılmasında AK Parti ve Türkiye siyasetinin yaşadığı dönüşümler önem arz etmektedir. Devlet ve toplum düzeyinde yaşanan köklü ve hızlı yapısal dönüşümler, geride kalan 15 yılı olduğundan çok daha “uzun” hale getirmektedir. Peki, Türkiye’nin post-Kemalist bir döneme geçişini imleyen 15 yıllık dönüşümün mahiyeti nedir? AK Parti çevrelerinde de belli bir karşılık bulan liberal-demokrat ideolojiye göre 15 yılın hikayesi Türkiye’nin post-politik bir safhaya geçmesine ilişkindir. Bu ideolojik görüşte olanlar, Türkiye’yi post-politik bir siyasi düzene taşıması beklenen AK Parti’nin misyonunun devletin geriletilip sivil toplumun ön plana çıkmasını sağlaması ve dindar-seküler, Türk-Kürt ve Alevi-Sünni gibi temel toplumsal çatışma hatlarının anlamsızlaştığı bir düzen kurmak olduğunu dile getirmektedirler. Lakin bu görüş sahipleri, AK Parti’nin kuruluşunda dile getirdiği ve bir süre sürdürdüğü Türkiye’yi post-politik bir düzene taşıma hedefinden son dönemde vazgeçerek sağ popülist bir siyasete kaydığını ve bunun hem AK Parti’yi hem de Türkiye siyasetini derin bir krize soktuğunu belirtmektedirler. Buna göre yaşanmakta olan, ‘Yeni Türkiye’ye geçişten ziyade ‘Eski Türki-ye’nin başka bir görünümde yeniden inşasıdır.
AK Parti’ye muhalif sol kesimlere göre ise 15 yılın hikayesi, AK Parti’nin spesifik olarak muhafazakâr-dindar toplumsal çevreyi ve genel olarak da Türkiye’yi küresel kapitalist sisteme entegre etmesidir. “Pasif devrim” olarak adlandırılan bu süreç, 1990’larda Kemalist rejimin yaşadığı hegemonik kriz sonrasında din soslu bir sistem partisinin kurulmasını ve sonrasında da Türkiye’de küresel sermayenin arzu ettiği düzen ve istikrarı sağlamasını kapsamak-tadır. 2010’lardan itibaren ise, AK Parti ile küresel sermaye arasında başlangıçta yapılan anlaşma bozulmuş ve bunun sonucunda AK Parti, FETÖ üzerin-den küresel güçlerle çatışmaya başlamıştır. Ancak ne yazık ki bu görüşe göre, AK Parti’nin küresel güçlerle çatışması ülkeyi “ilerici” bir düzene taşıma potansiyeline sahip değildir. Çünkü AK Parti’nin bu çatışma ortamında dini söylemin ve politikaların dozajını artırdığı ve devlet şiddetini çok daha ileri düzeyde ve organize bir şekilde kullanmaya başladığı ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de küresel sisteme entegrasyon öngören pasif devrim gibi olumsuz bir sürecin zamanla “dinci-faşist” bir rejime geçiş sürecine dönüşerek daha da olumsuz bir hal aldığı sonucuna ulaşılmaktadır. En nihayetinde iktisadi açıdan ayakta kalması için küresel sermayenin desteğinden, toplumsal rızanın üretilmesinde ise liberallerin desteğinden mahrum kalan ve “ilerici” muhalefeti bastırmak için siyaseti olağanüstü şartlara hapseden AK Parti ve ortaya koyduğu ‘Yeni Türkiye’nin derin bir kriz içerisinde olduğu tespiti yapılmaktadır.
Yeni öznenin doğuşu
Kemalistlere göre ise uzun 15 yılın hikâyesi, Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edilmesi, çağdaş medeniyet hedefinden kopuş ve monarşik bir reji-me doğru yol alınmasıdır. Bu görüştekiler, ilk döneminde liberal-demokrat bir dil kullanan “dinci” AK Parti’nin takîyye yaptığını, ancak zamanla gerçek yüzünü ortaya koyarak “dinci-monarşist” bir toplumsal düzene giriştiğini ileri sürmektedirler. Kemalistlere göre ikinci dönemin en önemli özelliği, toplu-mun AK Parti’nin gerçek yüzünü görerek Cumhuriyet rejimini ve çağdaş medeniyet hedefini muhafaza etmek adına büyük bir direniş başlatmış olması-dır. Elbette buna iktidarın sözde “maceraperest” iç ve dış politikalarının çöküş yaşamasını da eklemektedirler. İktidara direniş öyle bir hal almıştır ki, “yolsuzluğa batmış” ve “otoriterliğin dozajını her geçen gün artıran” iktidara kendi taraftarları da karşı çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla, AK Parti iktidarı büyük bir kriz içerisindedir ve kaba güç uygulamaksızın ve olağanüstü hal uygulamaları olmaksızın iktidarını devam ettirememektedir.
Aralarındaki radikal farklılıklara rağmen bu üç muhalif anlatının da uzun 15 yılın hikâyesini muhafazakâr-dindar toplumsal kesimlerin eleştirisi üze-rine kurmaları ve bu toplumsal kesimlere yönelik çarpık bir algılamaya sahip olmaları söz konusudur. Buna göre, toplumun çoğunluğunu oluşturan muha-fazakâr-dindar kesimler ya manipüle edilen pasif bir nesnedir ya da kontrolden çıkarak ülkeye zarar veren kötücül bir öznedir. Muhaliflerin hep bir elden muhafazakâr-dindar kesimleri hedef tahtasına koyması, aslında 15 yılın en önemli gelişme ve dönüşümünün nerede aranması gerektiğini de ortaya koy-maktadır. O halde 15 yılın en önemli gelişmesi, muhafazakâr-dindar toplumsal çevrenin apolitik ve etkisiz bir yığın olmaktan çıkarak bir siyasi özneye dönüşmesidir. AK Parti siyasetiyle bu yeni öznenin inşası ve ülke siyasetinde yarattığı dönüşüm, diğer toplumsal grupları da peşine takarak bürokratik oligarşi üzerine kurulu iktidar yapılarını sarsmış ve ülkede demokratik bir rejim esasına göre yeni bir kurumsallaşma süreci başlatmıştır. Bunun sonucunda ülkede oligarşik bir rejime has tahakküm eden-edilen ayrımı son bulmuş, Cumhuriyet ve demokrasi karşıtı bu oligarşik rejimin meşruiyet çerçevesi olarak işlev gören Batıcılık ideolojisi de gözden düşmüştür.
Bu yeni siyasi özne ve hedeflediği kurumsal ve iktidar ilişkilerine yönelik dönüşümler, doğal olarak eski rejim taraftarları tarafından tepkiyle karşı-lanmaktadır. Eski sistemden maddi ve manevi olarak çıkarı olanların gösterdiği direnç, çoğu zaman lanse edildiği gibi adalet arayışı bağlamında hukuki-etik bir özellik göstermekten ziyade, iktidarı kaybetmeme mücadelesi gibi siyasi bir özellik taşımaktadır. Eski rejim destekçilerinin gösterdiği bu direnç, zaman zaman AK Parti’yi zorlama noktasına ulaşmaktadır. Bunun sonucunda AK Parti, 2010’lardan itibaren uygulamaya koyduğu “medeniyet siyaseti”ni 2015 yılında sona erdirmek zorunda kalmıştır. AK Parti’nin 5-6 yıllık dönemde ortaya koyduğu toplumsal açılım hamleleri, toplumu tek bir kutba dönüş-türmeyi hedeflemekteydi. Ancak 2015 yılına gelindiğinde açılımların çökmesiyle, güç dengeleri açısından çift-kutuplu bir toplumsal yapı ortaya çıktı. AK Parti bu sefer “yerli ve milli siyaseti” devreye soktu. Burada amaç yine toplumu tek bir kutupta birleştirmekti. Ancak bu siyaset de bulunduğumuz noktada çift-kutuplu toplumsal yapıyı dönüştürememiş gözükmektedir. Dolayısıyla AK Parti’nin sıkıntısı henüz istediği düzeyde, yani toplumu tek bir kutupta birleştiren bir iktidar yapısı kuramamış olmasıdır.
Yenilenme ihtiyacı var mı?
Aynı zamanda, AK Parti’nin siyasette “iktidar karşıtı” bir pozisyondan “iktidar inşa eden” bir konuma gelmiş olması –liberal-demokrat bir siyasetten muhafazakâr-demokrat bir siyasete– ve bunun akabindeki süreçte yaşanan siyaset değişimi –medeniyet siyasetinden yerli ve milli siyasete– partinin top-lumsal ve siyasi bileşenlerinin değişmesi ve bazı figürler ön plana çıkarken diğerlerinin geri plana itilmesi gibi sonuçlar da doğurmuştur. Bu değişimler, gözden düşenlerde ve siyasetin gerektirdiği pragmatizmden ve esneklikten yoksun olanlarda hayal kırıklığı ve tepki yaratmaktadır. Böylesi bir durumda siyaseten riskli olan ise bir partinin siyaset alanında ve toplumda en güçlü ve en geniş koalisyon kurma kapasitesini kaybetmesidir. Her ne kadar bir kitle partisi olması nedeniyle içinde barındırdığı zengin-fakir, laik-dindar ve şehirli-kırsal gibi belli başlı ayrışmaları kontrol etmede bazı sıkıntılar yaşasa da AK Parti’nin günümüzde böylesi bir olumsuz durumla karşı karşıya olduğunu söylemek zordur.
Sonuçta AK Parti kendi bünyesinde ve Türkiye siyasetinde doğal olarak bazı sıkıntılar yaşamaktadır. Ancak bunu, derin bir hegemonya krizi veya çöküşün başlangıcı olarak değerlendirmek siyasetin gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Şu an AK Parti, Türkiye’de “iktidar olma” hedefi güden tek siyasi aktördür. AK Parti’nin karşısındaki siyasi parti ve toplumsal güçler ise “iktidarı engelleme” hedefinin ötesine geçememektedirler. Partisi büyük bir sıkıntı yaşamazken ve Türkiye siyasetinde partisinin temel hedefi olan muhafazakâr-dindar toplumsal çevrenin iktidara yürümesi sıkıntısız gerçekleşirken Abdul-lah Gül neden böyle bir hamle yapmıştır?
Siyasi aktörlerin niyetinin ne olduğunu dışarıdan kestirmek mümkün olmasa da aktörlerin hamleleri ile mevcut siyasi şartları birlikte düşünerek bir yorum geliştirmek imkan dahilindedir. Abdullah Gül’ün yaptığı açıklamalardan ve genel olarak ortaya koyduğu siyasi tavrından Türkiye’nin post-politik bir düzene geçiş siyasetini savunduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de Gül’ün siyasi dağarcığı çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, müzakere, barışçıl yollar, hak ve özgürlükler gibi kavramlarca şekillenmektedir. Buradan da Gül’ün, AK Parti’nin fabrika ayarlarına dönerek yenilenmesini istediğini söylemek abartı olmaz. Ne var ki Gül’ün AK Parti’si pür liberal-demokrat bir parti özelliği göstermektedir.
Gül’ün günümüzün AK Parti’si ve spesifik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaşadığı ayrışma bu noktada ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı Er-doğan’ın post-politik siyaseti benimsemediğini, bunun yerine muhafazakâr değerlerle demokratik bir siyaset takip ettiğini söylemek yanlış olmaz. AK Parti’nin ilk döneminde (2002-2010) muhalefet konumunda bulunması nedeniyle iktidarı sınırlandırma işlevi gören post-politik siyaset dilini kullandığı hiç şüphesiz bir gerçektir. Ancak bu dönemde post-politik siyaset, AK Parti’nin bürokratik vesayeti geriletme stratejisiyle uyumlu olduğu için tercih edilmekteydi. Vesayetin son bulmasından sonra AK Parti’nin “iktidarı sınırlandırma” hedefi güden liberal bir siyaseti sürdürmesi ne stratejik açıdan tercih edilir ne de siyaseten mümkün olan bir durumdu. Bu sebeple, 2010 sonrasında AK Parti “iktidar inşa etmek” hedefi güden demokratik bir siyaseti be-nimsedi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunu önceleri medeniyet siyaseti, daha sonrasında ise yerli ve milli siyaset ile denedi.
Mevcut şartlar altında Gül’ün post-politik siyasetle nereye varmak istediği ise gerçekten bir merak konusudur. Bu siyaset ile Gül, FETÖ ve dış güçle-rin lehine olacak şekilde milletin iktidarını sınırlandırmak mı istemektedir? Yoksa Gül, post-politik siyaseti manivela olarak kullanarak AK Parti içerisin-de yeniden lider konumuna yükselmeyi mi arzulamaktadır? Ya da ülkedeki siyasi dönüşümleri hesaba katmaksızın post-politik siyaset gibi idealist-ütopik bir siyasetin peşine mi düşmüştür? Amacı her ne olursa olsun, Gül’ün post-politik siyaset tercihi milletin iktidarının ve dolayısıyla demokratik siyasetin sınırlandırılması sonucunu doğuracaktır. Öte yandan, bürokratik vesayetin ortadan kalkıp milli iradenin hâkim olduğu demokratik bir siyasi ortamda, post-politik siyasetin seçmende ciddi bir karşılık bulması mümkün değildir. Dolayısıyla, Gül’ün hamlesi olgunlaşıp somut siyasi bir projeye dönüşürse, AK Parti ve milletin iktidarını durdurma mücadelesi vermenin ötesinde bir işlev görmeyecektir. Bunun doğal sonucu, ülkede demokrasinin büyük yara almasıdır.
[Star Açık Görüş, 6 Ocak 2018].