YUKARIDAKİ yazı başlığı uzun yıllar Türkiye’de bir yaftalama, kestirmeden analiz, tehdit ve sorumluluktan kurtulmaya kılıf olarak kullanıldı
Millete rağmen devlet erkine hükmeden güçler, her türlü toplumsal hareketi, siyasi oluşumu ve ezber bozan çıkışı “dış mihrak” olmakla suçlayıp durdular. Başka başkentler adına millete elbise biçen mezkur güçler, vekilliğini yaptıkları ve en fazla kendilerine oturan “dış mihrak” yaftalamasını milleti hırpalamak için bol bol kullandılar. “Dış mihrak”lar adına vekaleten vaziyet ettikleri müesses nizama halel gelmemesi için, faturası on yıllara yayılacak cürümlere imza attılar.
Dün millete nizam vermenin kaba aracı olan “dış mihrak” kavramı, Soğuk Savaş dengesinin son bulmasıyla fason anlamından bir anda kurtuldu. Ardından da küresel ve bölgesel güçlerin hakikaten birer “dış mihrak” olarak Türkiye’ye müdahale alanını açtı. En başarılı uygulamasını 28 Şubat ile ortaya koyan “dış mihrak”; hükümeti tasfiye etmenin maliyeti olarak, küresel ekonomik düzenin Türkiye’ye elini kolunu sallayarak, tartışmasız bir şekilde yerleşmesini sağladı. Bu ekonomi politik düzenin şemsiyesi altında boşaltılan siyasi alanı, ülkedeki tek örgütlü ve kadrolu hareketin doldurmasına, 11 Eylül sonrası şartları altında mecbur kalındığı için istemeyerek de olsa razı olundu. Irak işgaliyle beraber hareketlenen dış politikamız, sosyal muhayyilemiz, tarihî ve stratejik derinliğimiz, tek başına hükümet olan iktidarın, mütevazı açılımlarla başlattığı ince güç kullanımını önceleyen girişimlerinin olumlu neticeler doğurmasını sağladı. Bu süre boyunca yaşanan düzenli ekonomik büyüme ise hem özgüvenin artmasını hem de ince gücün finansmanını sağlamış oldu. Aynı süre zarfında Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’daki birçok ülkenin bölünmesi ve küçülmesi tartışılırken; Türkiye, stratejik derinliği ve etki alanını artırmasıyla anılır oldu. Mezkur derinliğin ve etki alanının ne olduğunun bu noktada çok fazla bir anlamı bulunmuyor. Asıl önemli olan, bu tartışmaların hem Türkiye’de hem bölgede hem de uluslararası camiada yapılıyor olması. İşte Davos çıkışı, son yılların ekonomik özgüveni, pro-aktif dış politikası ve küresel bir aktör olarak gündeme gelen Türkiye algısı üzerinden gerçekleşebildi. Tam da bu dinamiklerden dolayı Davos, toplumsal ve siyasi bir tedirginliğe sebebiyet vermek yerine daha fazla cesarete yol açtı. Türkiye açısından, bir toplumsal travma rehabilitasyonu ve kaybedilmiş imparatorluğun yas tutma sürecini tamamlamanın başlangıcı olmakla kalmadı, bölgemizdeki “yenilmiş tüm asiler”e de bir umut kapısı açtı. İnsanlığın vicdanına ses olmayı başardığı için bir adalet nidası olarak algılandı. Davos elbette retorik üzerinden kazanılmış bir siyasi sermayedir. Post-Davos dönemini anlamaya çalışırken de sık sık benzer retoriklere birer araç olarak başvurulacaktır. Aksi takdirde Davos, dil teorilerinin “one minutes” müdahalesiyle çuvalladığı başarısız bir toplantı olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Davos’u meydana getiren dinamiklerin ve Davos olayının, yeni dönem için birçok farklı sonucu olabilir. Lakin bu neticelerin en mühimi, Türkiye’ye sağladığı toplumsal rehabilitasyon imkanıdır. Bu tedavi ve tadilat ya da üzerindeki ölü toprağını atma sürecinin elbette siyasi neticeleri de olacaktır. Özellikle Türkiye’yi tehditler ve fırsatlar karşısında merkeze alan bir algının yerleşmesine yardımcı olacaktır. Davos akşamıyla beraber Türkiye, “dış mihrak” manipülasyonlarıyla şekillendirilebilecek bir ülke olmaktan çıkabileceğini göstermiştir. Hatta daha da ileri giderek Türkiye’nin kendisi, birçok ülke ve sorun için bir “dış mihrak” haline gelmiştir. Doksan yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan ismine Musul’da hutbe okunmasının; Yemen sokaklarında, Gazze meydanlarında resminin taşınmasının orta ve uzun vadede elbette bir anlamı olacaktır. Diğer yandan Türkiye’ye dair algının ülkemizin hinterlandında bu denli hızlı bir şekilde olumluya dönmesini manipüle etmek isteyenler de mutlaka olacaktır. Bunlar iki temel kategoriye ayrılabilir. Birinci kategoriye girenler; Türkiye’nin boyunu aştığını ima eden, coğrafi sınırlarımızı adeta eriterek zuhur eden sosyal ve siyasal sınırlarımızdan rahatsızlık duyanlardır. İkinci kategori ise daha rafine bir yaklaşımla, Türkiye’nin siyasal derinliğini, kullanılabilecek bir araca dönüştürmenin derdine düşenlerdir. İkinci kategoriye giren yaklaşım, Erdoğan’ı Cemal Abdünnasır parantezine ya da sulandırılmış neo-Osmanlıcı hatalara mahkûm etmeye çok müsaittir. Oysa ne Erdoğan Abdülnasır gibi İsrail sorununun var ettiği bir liderdir ne de Türkiye Mısır gibi post-kolonyal bir ülkedir. Bu iki hakikati atlayarak yapılacak her analiz, Davos’u Davos’taki kadar tercüme etmekten öteye gidemez. Çünkü post-Davos sürecinin Türkiye’ye yüklediği sorumluluk, onu adalet merkezli bir nizam verici güç olmaya aday kılmıştır. Bu haliyle Türkiye bölgesini tehdit eden bir dış güç değil, aksine etrafına istikrar yayan, çatışma alanlarında üçüncü bir adres ve bölgesel ekonomi-politiğe yapısal açılımlar sağlamaya matuf bir “çekim alanı” olmaya başlamıştır. Post-Davos döneminde Türkiye’nin üzerine düşen sorumluluklar, Davos’un heyecan veren havasından çok daha ağırdır. Ancak bu sorumlulukların altına girmeye aday bir ülke, Davos’u bir siyasal ve jeopolitik moment haline getirebilir. Bunun hayata geçebilmesinin yolu ise Türkiye’nin iç konsolidasyonunu tamamlamasından, normalleşme sürecini hitama erdirmesinden geçmektedir. Unutmamalıyız ki, Davos öncesi ve sonrasında Türkiye’de bütün milleti yekvücut hale getiren mesele, eski Türkiye’de “dış mihrak” olarak kabul edilebilecek, coğrafi sınırlarımızın ötesinde, siyasal ve sosyal sınırlarımızın içerisindeki bir meseleydi. Bu haliyle Türkiye, mirasına yüzünü her döndüğünde, ülke içinde icat edilmiş suni sorunların ne kadar anlamsızlaştığı bir kez daha görülmüş oldu. Müesses nizam, Davos sonrası, mirasına sahip çıkan millet ile inkâr edenler arasına sıkışmış durumdadır. Türkiye’nin tanzim edici bir “dış mihrak” olarak algılanmaya başlamasıyla, müesses nizamın omzundan millete nişan alacağı, adına konuşacağı başkent sayısı da yok denecek kadar azalmıştır. Bu durumda, Türkiye’nin ve AK Parti’nin önünde normalleşmeyi sağlayamamanın bir mazereti de kalmamıştır. Türkiye, siyasal ve sosyal sınırlarını fark ettikçe coğrafi sınırları içerisinde yaşadığı çelişkilerden kurtulacak ve bu suretle iç konsolidasyonuna yönelik adımlarını atacaktır. Davos sonrası bizim normalleşmemizin, bölgemize istikrar ve adalet ihraç eden bir “dış mihrak” olduğunu da idrak etmek zorundayız. Bu ise Türkiye’nin sorumluluğunun daha fazla artacağının işaretidir.