Geçtiğimiz hafta bir meslek lisesinde sınıfta öğrencileri tarafından fiziksel ve sözlü tacize uğrayan öğretmenimizin görüntülerinin sosyal medyada paylaşılması ile Türkiye’de öğretmenlik mesleğinin itibarı konusu tekrar gündeme geldi. Öğretmen ve veli platformlarında yoğun tartışmalar yaşandı. Görüntüleri izledikten sonra liselerde öğretmenlik yapan birkaç öğretmenle konuyla ilgili görüşme fırsatım oldu; öğretmenlerden bu olayın ‘münferit’ olduğunu söylemelerini bekliyordum. Ama istisnasız hepsi bu ve benzeri olayların münferit olmadığını kendi okullarında da benzer olayların yaşandığını söyledi. Sınıf mevcutları azaldı, öğretmen sayısı arttı, okulların alt yapı sorunları büyük oranda çözüldü ve okullarımıza teknolojik donanımlar sağlandı; geçmişle kıyasladığımızda okullarımız insan kaynağı, altyapı ve donanım imkanları bakımından çok iyi bir noktada. Ancak öğretmenlere göre imkanların seferber edilmesine rağmen eğitimin ve öğretmenliğin itibarı konusunda olumsuz bir tablo söz konusu.
1970’li yıllarda öğretmenliğe başlamış emekli bir öğretmene dünden bugüne öğretmenlik mesleğinin ‘itibar’ bahsinde nasıl bir dönüşümden geçtiğini sordum. Yaklaşık dört kuşağa öğretmenlik yapmış biri olarak özellikle 90’lı yıllarla birlikte hızlı bir dönüşümün ve bir ölçüde de savrulmanın yaşandığını söyledi. Bugüne baktığında ise özellikle genç öğretmenlerin mevcut durumu ile kendi gençlik dönemlerini şöyle kıyasladı: “Açık konuşayım biz 70’li yıllarda öğretmenliğe ilk başladığımızda şimdiki genç öğretmenlerin sahip olduğu bilginin belki yarısına, hatta çok daha azına sahiptik. Şimdikilerin bu konuda maşallahı var ama toplumsal kabul ve saygınlık konusunda kesinlikle bizim çok daha iyi durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Yani itibarımız çok yüksekti.... Bilişim teknolojilerinin 90’lı yıllarla birlikte evlerimize ve hayatımıza hızlı bir giriş yapması ve bilgiye erişimin eskiye nazaran kolaylaşması öğretmene bakışı değiştirdi. 70-80’li yıllar öncesinde ana bilgi kaynağı öğretmenlerdi. Şimdilerde öğretmenlik bu misyonunu ne yazık ki enformatik bir eğitim algısına kaptırmış durumda”’ Farklı branşlardan görüştüğüm genç öğretmenlerimiz de emekli öğretmenimizle aynı doğrultuda görüş belirtti. Alan bilgisi konusunda eski öğretmenlerden çok iyi bir noktadalar ama “Bilginin artışıyla doğru orantılı şekilde itibar artmadı” diyorlar.
Ortaya çıkan durumun bu yazıda tamamına değinemeyeceğim; çok sayıda bireysel, kurumsal ve toplumsal gerekçesi var. Eğitimin kitleselleşmesi ve zorunlu eğitimin süresinin artması bu manada en önemli toplumsal ve kurumsal boyut. Elbette kitleselleşme ve zorunlu eğitim sürelerinin uzatılması sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Buna karşı da değilim. Zira halen nüfusumuzun toplam okullaşma süresi uluslararası ortalamaların gerisinde. Ancak atılan adımlar ve alınan tüm kararlar, belli projeksiyon-planlama ve araştırmalarla desteklenmediği ve bu çalışmaların üzerine inşa edilmediği müddetçe kısa vadeli kalmaya mahkumdur. Bu nedenle eğitimde en az 20 yıllık projeksiyonlarla ilerlemek durumundayız. Burada tüm değişkenleri dikkate alan yol haritaları, içerisinde B, C planlarını da barındırarak hazırlanmalıdır. Özetle bütün senaryoları ve ihtimalleri hesaba katarak emin adımlarla yol almak gereklidir. Yeterli bir kapasiteye sahip olmadan istatistik peşinde koşarsak çok sık yol kazası yaşar, süreçte de çok zayiat veririz. Bu noktada da en büyük zararı öğrencilerimiz ve öğretmenlerimiz görür.
McDonaldslaşma
1974-78 senelerinde 120 bin kişinin gece öğretimi, mektupla öğretim ve hızlandırılmış eğitimlerle aslında çok da iyi bir eğitim almadan öğretmen yapıldığını biliyoruz. Öğretmen yetiştirme tarihinde alınan en talihsiz kararlardan biri olarak değerlendirebiliriz bunu. 28 Şubat sürecinde de benzer kararlara imza atıldı. Nüfus artışına ve kentleşmenin getirdiği ihtiyaçlara cevap verebilmek için bu tip günü kurtaran çözümler her dönemde gündeme geldi ne yazık ki. O dönemlerde başlayan öğretmeni ve öğretmenliği McDonaldslaştıran zihniyet bugün de eğitim fakülteleri üzerinden devam ediyor aslında. Bir bakıma piyasanın ihtiyacına göre seri öğretmen üretimi. Formasyon programlarının niteliksizliği de tüm bu üretim süreçlerinin tuzu biberi olmuş durumda. Türkiye’de eğitim fakülteleri memleketin ve çağın ihtiyaçlarını gözeterek gerekli reformları yapmadığı ve seri üretim anlayışını sürdüğü müddetçe öğretmenliğin itibarını da aşağı çekmeye devam edecektir.
Kurumsal kapasiteleri, eğitim süreleri, içerikleri değiştirilip yapılandırılsa da öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarının halen çağın ihtiyaçlarına cevap verebildiğini söylemek zor. Çağın ihtiyacının ne olduğunu anlamak konusunda da değişime çok açık olduklarını söyleyemeyiz. Hatta yükseköğretim kurumları arasında değişime karşı kurumsal taassubu en yüksek kurumların başında eğitim fakülteleri geliyor. Çağın ihtiyacı da demeyelim afaki kalıyor, ‘memleketin ihtiyacı’ daha yerinde olur. Memleketin ihtiyacı sadece akademik başarısı yüksek çocukların yetiştirilmesi değil. Bir çocuğun sınav puanlarından daha önce insani değerleri ne ölçüde özümsediği ve davranışlarına yansıtabildiği bizim eğitim tartışmalarımızın asli meselesidir. Bu ise ezber teorilerden ziyade eğitimin etnografyasına ve sosyolojisine hakimiyeti gerektirir. Daha en başından mesleğin gerçekliğine yabancı öğretmenleri seri olarak üreten bir öğretmen yetiştirme mantığı mesleğin itibarını da aşağı çeker. Zaten kaotik okul ortamlarını eğitim fakültelerinde öğrenilen naif eğitim teorileri ile anlamaya çalışmak genç öğretmenler için oldukça zor.
Bu arada seri üretim modelinde öğretmen yetiştirme konusunda hizmet öncesi eğitim veren eğitim fakülteleri kadar hizmet içi eğitimi de benzer yöntem ve anlayışla sunan Milli Eğitim Bakanlığı’nın, hizmet içi eğitimlerinin niteliğini öğretmenlerinin ihtiyaçlarını doğru tespit ederek tasarlaması ve binlerce öğretmenle yapılan oteltipi hizmet içi eğitim anlayışına son vermesi gerekir. Hem hizmet öncesinde eğitim fakültelerinin staj programlarının güçlendirilmesi hem de hizmet içi eğitimlerde öğretmenlere işbaşı destek ve yönlendirme yapılması anlamlı olacaktır.
Öğretmenlik kutsal mı?
Değildir. Öğretmenliğe kutsiyet atfetmek bizi başka bir yere savurur ve yine gerçeklikten uzaklaştırır. Öğretmenlik kutsal değil ‘seçkin’ bir meslek olmalıdır. Asıl ‘seçkinler’ gerçeklikten uzak diyebilirsiniz ama seçkin kelimesine yüklediğim anlam ‘jakoben’lik değil. Seçkinlikten kastım tercihleri, davranış ve üslubu ile sosyal gerçekliğin farkında sosyo-kültürel anlamda müktesebatı güçlü bir münevver profili. Alan bilgisi kadar kültürel ve toplumsal okuryazarlık konusunda güçlü bir tedrisattan geçirilmiş seçkin öğretmenler. Bazı eğitim fakültesi hocalarının, eğitim fakültesine daha çok alt sınıftan geldiği öğrenci geldiği, bu nedenle mesleğin seçkinliğinin kalmadığı yönünde sık duyduğumuz şikayetleri ise benim şahsi olarak hiç de tahammül edemediğim şikayetler. Hangi sosyal sınıftan gelirse gelsin, bir kişinin 4-5 yıl bir kurumda bulunması kişinin sosyal ve kültürel dönüşümü için yeterli bir süredir. Yeter ki bunu yapmaya hazır bir kurumsal kapasite ve vizyon olsun. Burada dikkat edilmesi gereken ne tamamen geçmişe öykünen bir tavır ne de eğitimin insani yanını görmezden gelen, gözünü sadece rekabetçi dünya düzeni ve geleceğe dikmiş tekno-reformcu bir yaklaşım...
Elbette konu sadece eğitim fakülteleri üzerinden açıklanamaz. Öğretmenlerin seçkin olması ya da seçkin öğretmenlerin motivasyonlarını koruyabilmeleri için güçlü ve tutarlı eğitim politikaları, iyi bir okul iklimi ve yönetim modeli gerekli. Bunun sağlanması için de okul müdüründen Bakanlık üst yöneticilerine kadar herkesin öğretmenlerin güçlendirilmesi, özerkliklerinin sağlanması konusunda ortak bir bakışı yakalaması gerekmektedir. Okul yönetimlerinin kendi öğretmenini yetiştirme ve güçlendirme konusunda Ankara’dan yazı beklemesine de gerek yoktur.
İğneyi kendimize...
Bu bahiste görüşme yaptığım öğretmenlerin hemen hepsi yaşadıkları sorunları anlattıktan sonra “ma Hocam iğneyi önce kendimize batırmalıyız..” diye devam etti. Öğretmenler Türkiye’de öğretmenlik söz konusu olduğundan özellikle ‘atanamayan öğretmenler’ fenomeni üzerinden tartışma-ların domine edilmesinin mesleğe bakışı ve mesleğin itibarının zedelendiğini düşünüyor. Sadece atanamayan öğretmenler değil, her meslekte olduğu gibi öğretmenler arasında da mesleği kötü temsil eden meslektaşlarının var olduğundan şikayet ediyorlar. Burada itibar konusunda biraz daha bireysel boyut ortaya çıkıyor. Özellikle sınıf yönetimi konusunda, ya tamamen öğrenciyi yok sayan ya da öğrenciyle ‘arkadaş’ olan modelin kullanılmaya çalışıldığını ama her ikisinin de öğretmene bakışta olumsuz sonuçlar doğurduğunu vurguluyorlar.
Öncelikle öğretmenler kesinlikle öğrencilerin arkadaşı değildir tıpkı anne ve babaların çocuklarının arkadaşı olamayacağı gibi. Aralarında rasyonel bir otorite olması gereklidir. Rasyonel otoritede rollerin tanımları nettir ve tüm taraflar bu tanımlara uygun hareket etmek durumundadır. Özetle öğretmen öğretmenliğini, öğrenci ise öğrenciliğini yapmalıdır. Ancak bu ilişki yapay ya da zorla değil doğal bir süreçte olgunlaşmalıdır. Görüştüğüm öğretmenler ayrıca şunu özellikle yazmamı istedi: Öğrenci-öğretmen ilişkisinin sağlığını belirleyen en önemli etkenlerden birinin öğrencilerin ebeveynleri ile olan ilişkileridir. “Annesine saygısı olmayan bir öğrencinin öğretmenine saygısı olmuyor” diyor bir öğretmenimiz.
Son olarak, öğretmenler mesleğin itibarını sadece ücret ile sınırlandıran yaklaşımların da öğretmene bakışı sığlaştırdığı düşüncesindeler. Yaşanan sorunların başat gerekçesinin kesinlikle para olmadığını söylüyorlar. “Biz bir nesil karşısında çaresiz kaldık, bu durumu ne kadar para verseniz değiştiremezsiniz.” diyorlar. Özetle, öğretmenliğin itibarı eğitimin ve yeni nesillerin de itibarıdır aynı zamanda...
[Star Açık Görüş, 17 Şubat 2018].