Geçen hafta ırkçı eğilimlerin güçlü olduğu bilinen Saksonya eyaletinin Chemnitz kentinde yaşananlar, ırkçılık tartışmalarını farklı bir boyuta taşıdı. Chemnitz’de bir Almanın yaşanan bir sokak kavgasında biri Iraklı diğeri Suriyeli iki mülteci tarafından öldürülmesi sonucu, şehirdeki neonaziler “şehrin kimlere ait olduğunu gösterme" niyetiyle sokak eylemlerine başladılar. Sayıları bine yaklaşan neonazilerin şaşılacak kadar kısa bir sürede şehir merkezinde toplanabilmeleri ve sokakta yabancı görünümlü insanlara saldırmaları tüm toplum kesimlerini dehşete düşürdü. Saksonya Eyalet Başkanı Michael Kretschmer reddetse de Merkel bu grupların masum yabancılara saldırı ve nefret eylemlerinde bulunduğunu kabul etti. Berliner Zeitung’a konuşan Siyaset Bilimci Werner J. Patzelt, Chemnitz’de yaşanananların “çok kötü olaylar zincirinin ilk halkası” olabileceği uyarısında bulunarak, “Hukuk devleti en sert müdahalede bulunmalıdır.” çağrısında bulundu. Ancak hukuk devletinin ırkçılıkla mücadele etmesi gereken emniyet güçlerine mensup bir memur tarafından Chemnitz’de yaşanan cinayete yönelik tutuklama emrinin kamuoyuna sızdırılması, polisin ve istihbarat kurumlarının NSU davasında gösterdikleri zaafı ve neonazi çeteleriyle istihbarat kurumları arasındaki karanlık ilişkiyi akla getirdi. Nitekim mültecilere yönelik bir kışkırtmaya yol açan ve yayınlaması yasak olan tutuklama emri, aynı zamanda bir polis olan ve Bremen’de eyelet siyasetçisi olarak faaliyet gösteren aşırı sağcı milletvekili Jan Timke tarafından sosyal medya da dolaşıma sokuldu. Chemnitz’te yaşanan olayların yetersiz sayıda polisin olay yerinde görevlendirilmesi sonucu kontrolden çıktığı iddiaları da basında yer aldı.
Irkçılık tartışmalarında yeni aşama
Mesut Özil olayının ardından “#MeTwo” kampanyalarıyla göçmenler okularda, iş yerlerinde ve sokakta uğradıkları ırkçılık hikayelerini paylaşırken, Chemnitz’teki olaylardan sonra ise “Wir sind mehr (Biz Daha Fazlayız) mottolu ırkçılık karşıtı bir kampanya başlatıldı. Alman toplumu, Chemnizt’te "hala burada olduklarını" göstermek için sokak gösterisi yapan neoazilere meydanı bırakmayacakları mesajını vermeye çalışıyor. Böylellikle ırkçılık tartışmalarında Almanya’da kimin daha güçlü olduğunun gösterilmeye ve ispata çalışıldığı yeni bir aşamaya geçildiği görülüyor. Burada dikkat çeken yabancıların entegrasyonu, Alman kültür ve değerlerine bağlılık gibi flu ve tanımlanması zor tartışmaların yerine açıkça neonazilere karşı hayır denilen bir aksiyona geçilmiş olmasıdır. Zira Chemnitz’te bir cinayeti bahane ederek sokaklara dökülen bine yakın neonazinin, açıkça Hitler selamı vermeleri ve yabancı görünümlü kişilere saldırmaları, Mesut Özil olayında yürütülen entegrasyon, aidiyet ve değerler tartışmalarını gölgede bıraktı. Yabancılara yönelik ayrımcılıkların, ayrımcılıkların ötesinde Chemnitz’de fiziki saldırıya dönüşmesi, ırkçılığa karşı daha net ve açık bir tepki verilmesine neden oldu.Peki nasıl oldu Hitler’e has bir terime dönüşen Führer (lider) kelimesinin bile tartışmalı geçmişinden dolayı kullanılmadığı Almanya’da, neonazilerin cezai yaptırımı bulunan Hitler selamını vermeye cesaret edebildikleri bir toplumsal ortam oluşabildi? Irkçı AfD’nin ana muhalefet partisi olmayı başardığı bir konjonktürde, Alman medya, siyaset ve entelijansiyasının Alman Türkler ve mülteciler nezdinde diğer kültürleri ötekileştiren tutumlarının olayların bu raddeye gelmesinde büyük etkisi olduğu açık. Esasında Alman medyası, siyaseti ve aydınlarının, yabancıları ve geldikleri kültürü, sürekli olarak zımnen ya da açıktan aşağılayan Leitkultur (Öncü Kültür) ve entegrasyon söylemleriyle, neonazilerin sokak eylemleri arasındaki fark sadece derece farkıdır. Elbette sokaktaki vatandaş, İslam ve Müslümanları aşağılayan bir kitap kaleme alan Sarrazin ya da bazı gazeteci ve siyasilerin yaptığı gibi kültürel ve entelektüel bir ötekileştirme faaliyeti içine girmeyecek, ancak bu “ırkçı ve ayrımcı” parolaları kendi bildigi dile, yani şiddete çevirecektir. Aydınlar, yabancıların kültürel varlıklarını hedef alırken, ırkçılar tehdit ve saldırılarını bizzat yabancıların varlığına yönelteceklerdir. Bu yönüyle Chemnitz’te yaşananları bir sürpriz ve ya beklenmedik bir durum olarak görmek mümkün değil. Siyaset, medya ve Sarrazin gibi “aydınların“ halk nezdinde “ötekine” yönelik yerleştirdiği ve Müslüman kimlikli yabancıları ‘eğitilemez’, ‘entelektüel olarak geri’, ‘baskı ve şiddete eğilimli’ olarak damgalayan “inanç” ve tezlerinin eylemsel karşılığı, elbette sokakta doğrudan bu kültürün sahiplerini aşağılamaya ve onları yok etmeye yönelik saldırılar olacaktır. Alman entelijansiya ve siyasetinin bu sonuçları düşünemiyor olmadığını söylemek naiflik olur. Medyanın ve siyasetin, yabancılara yönelik yıllardır yürüttüğü söylemler ve algı kampanyaları sonucu, bir yabancıyla gerçekten tanışmamış her bir Alman bireyin potansiyel olarak bu gruplara dışlayıcı ve ötekileştirici olarak yaklaşması şaşırtıcı olmayıp, bilakis bu algı operasyonlarının tabii bir sonucudur.
Bir meşrulaştırma çabası: Irkçılığı anlamaya çalışmak
Alman toplumu elbette ırkçılardan oluşmuyor. Nitekim toplumun makul bir çoğunluğunun, ırkçılara ülkeyi bırakmayacaklarına yönelik söylem ve eylemleri de bunu açıkça gösteriyor. Bu noktada Almanya’da gerçekleşen ırkçı eylemler ve aşırı sağcı eğilimler artık –mülteci dalgası ve uluslararası ölçekte milliyetçiliğin artması, yabancıların entegre olamadıkları gibi- “anlaşılabilir” bazı rasyonel sebeplere bağlı olarak açıklanmamalı, aksine ırkçılığın tarihte vahim sonuçlarla neticelenmiş ve tekrarına asla müsaade edilmeyecek bir suç olduğu sürekli olarak vurgulanmalıdır. Bu noktada, yalnızca yabancıların varlığına yönelen şiddet eylemleri değil, kültürel kimliklerine yönelik her türlü ayrımcılık da ırkçılık damgası vurularak reddedilmelidir. Benzer şekilde devlet de şu ana kadar hiçbir sonuç alamadığı kültürel asimilasyon odaklı entegrasyon politikasından vazgeçmeli ve yabancı kökenli vatandaşları ve onların kültürel kimlikleriyle eşit göz hizasında bir ilişki kurmalıdır.Farklı sosyolojik analizlerde eğlence (Spassgesellschaft), rekabet (Ellenbogengesllschaft), sanayi toplumu (Industriegesellschaft) olarak kategorize edilen Alman toplumunun, giderek bir korku (Angstgesellschaft) toplumuna doğru evrildiği görülmektedir. Ancak günümüz toplumlarında, hızlı değişimlerin ve yerel ve küresel düzeydeki bazı krizlerin yol açtığı ve anlaşılabilir olan korkuların ötesinde, şu an Avrupa’da yabancı kimliklere yönelik duyulan korkular, gerçek dışıdır ve algılarla oluşturulmaktadır. Irkçılığın Almanya’da en çok, yabancıların en az bulunduğu doğu eyaletlerinde taraftar bulması da bunu göstermektedir. Alman toplumu hiç de hak etmediği halde, giderek siyaset yapıcıları ve medyanın gerçek dışı algılar üzerinden oluşturulan korkularla yönetilen bir topluma dönüşmektedir. Nitekim Alman sigorta ve güvenlik şirkeri R + V tarafından 2017’de yapılan bir anket, bu yıl içerisinde tek terör eylemi gerçekleşmemesine rağmen Almanların yüzde 71’inin bir terör saldırısında ölmekten korktuğunu ortaya koymuştur. Bu da gerçekler ve algılar arasındaki uçurumu ortaya koyduğu gibi medya ve siyasetin algı operasyonlarının ne denli başarılı olduğunu da göstermektedir.
İç barış tehdit altında
Alman devlet aklı ırkçılıkla hesaplaşmalıdır zira sadece yabancıları değil zaman zaman Almanları da hedef alan ırkçılık, Almanya’nın iç barışını tehdit etmektedir. Almanya, bir hukuk devleti olarak yabancı kökenli vatandaşlarının sokakta, camide, okulda her an saldırıya uğrama korkusuyla yaşamalarına neden olan bu olumsuz toplumsal atmosferi dönüştürecek güce sahip. Bu yapılmadığı takdirde ırkçılık meselesi, sadece ırkçı olmakla suçlanan Doğu Almanya ile Batı Almanya arasında değil, Alman kökenlilerle yabancı kökenli Almanlar arasında da kutuplaştırıcı bir etken olmaya devam edecektir.Bunun içinse ırkçılığın anlaşılabilir sebepleri olan bir fenomen değil, amasız ve fakatsız reddedilecek bir suç olduğu, her minvalde tekrar edilmeli ve bu bir devlet siyaseti haline dönüştürülmelidir. “Alman İslamı” (çünkü diğeri makbul değil) “Öncü Kültür” (çünkü diğeri buraya ait değil) gibi ötekileştirici telmihleri olan tezler terk edilmeli ve göçmen kökenlilere de tüm Alman vatandaşlarına olduğu gibi kendilerini entelektüel, mesleki ve sosyal olarak gerçekleştirebilecekleri bir toplumsal ortam sunulmalıdır.
Kamuoyu Araştırmaları Merkezi Insa-trend tarafından yapılan son anketlere göre, SPD’yi geride bırakarak yükselmeye devam eden AfD’nin ilerleyişi, toplumun farklı kesimlerini endişelendirmektedir. Nitekim bu hafta başında Bremen ve Aşağı-Saksonya eyaletlerinde, bu ırkçı partinin gençlik kollarının istihbari izlenmeye alındığı açıklanmıştır. Ana muhalefet partisinin bazı organlarının tehlikeli bulunarak bizzat Alman istihbaratı tarafından izlendiği gerçeği bile giderek merkezini kaybeden Alman siyasetinin nasıl zor bir durumda olduğu ve çıkmaza doğru gittiğini göstermeye yeter.
Gelinen aşamada, Almanya’da cin şişeden çıkmışa benziyor. Alman siyaseti ve devlet aklı, ne yapıp edip ırkçılık cinini şişeye geri sokmanın yollarını aramalı ve bunun için de öncelikle ayrımcılığın meşrulaştırıcı tüm kültürel, siyasi ve tarihi tezleri reddedilmelidir. Batı’nın ilerleyici tarih anlayışının doğal bir sonucu olarak, ortaya çıkan geçmişte - arkada kalanın kötü ve yanlış olduğu tezi ve diğer kültür ve milletlere yönelik kibirli tutum terk edilmelidir. Ayrımcılık ve ırkçılığa yönelik tepkiler, sadece göçmenlere yönelik şiddet eylemleri ve fiziki saldırılar gerçekleştirildiğinde gösterilmemeli, göçmenlere ve onların kültürel kimliklerine yönelik her türlü ötekileştirme ve asimile etme çabası da ırkçılık olarak görülmeli ve reddedilmelidir.
[AA, 6 Eylül 2018]