Türkiye'nin uzun yıllardır başarıyla üstesinden geldiği mülteci meselesi, gelinen aşamada ciddi zorluklara yol açmaktadır. Türkiye bu yükün altından kalkabilmek adına Avrupa ülkelerine sorumluluk paylaşma çağrısında bulunmasına rağmen Avrupa ülkelerinin gerekli adımları atmamasının ardından Ankara mültecilerin ülkeden çıkışlarını engellememe kararını almıştır. Bu karara Batılı devletlerce tepki gösterilse de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın AB ile diyalog kanalını açık tutarak çözüm odaklı bir tavır sergilemesi özellikle Avrupa'da en çok mülteci bulunan Almanya'da dikkatle takip edilmektedir. Buna rağmen Alman medya ve siyasi çevrelerinin mülteci meselesindeki güncel yaklaşımları –gerçekçi ve insani olmaktan ziyade– sorunların mevcut aşamada dahi ertelendiğine işaret etmektedir.
Mültecilerin Türkiye'den çıkışlarının engellenmemesi Alman medyasında Türk hükümetinin mültecileri sınırlara zorla gönderdiği iddiasıyla çarpıtılmaya çalışılmıştır. Ayrıca, geçmişten alışagelmiş bir refleks ile Alman medyası gelişmeleri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bizzat şahsına yoğunlaştırarak yorumlamayı da sürdürmüştür. Türkiye'nin tek taraflı olarak mülteci anlaşmasına uymadığını ileri süren medya ve siyasi çevreler, Türkiye'yi bir nevi bir günah keçisi ilan etmişlerdir. Diğer yandan Yunanistan'ın mültecilere uyguladığı insan hakları ihlallerine ise duyarsız ve kısmen toleranslı yaklaşarak bu konuda finansal destek sözü dahi verilmektedir. Her ne kadar bazı medya ve sivil toplum çevreleri Yunanistan'ın uluslararası mülteci hukukuna aykırı tutumunu cılız bir şekilde eleştirmeye çalışsa da genel olarak öne çıkan söylem Türkiye'ye yönelik son derece yanlı ve kolaycı tutumdur.
Türkiye'ye karşı kronikleşen olumsuz tavrın yanı sıra mültecilere yönelik sıradanlaşan negatif tutumdan da bahsetmek gerekir. Özellikle Almanya'da 2015 sonbaharındaki mülteci akımıyla –travmasıyla– birlikte oluşan sosyo-politik gelişmelerin neticesinde toplumun aşırı sağa yöneldiği ve bilhassa aşırı sağcı AfD'nin ciddi anlamda güçlendiği ileri sürülmektedir. Haliyle Alman toplumunun olası bir yeni göç dalgası karşısında daha da aşırı sağa kayacağı ihtimali üzerinde durulurken, AB sınırlarının ne pahasına olursa olsun korunacağı vaadine ve kolaycılığına başvurulmaktadır. Ancak Alman siyaseti böylelikle iki temel hataya düşmektedir. Öncelikle uluslararası hukuk ve AB'nin insan odaklı "değerleri" arka plana itilmekte ve hatta askıya alınmaktadır. Bunu göze alan Avrupalı elitler aynı zamanda aşırı sağcı çevrelerin güç kazanacağı endişesiyle aşırı sağın söylem ve politikalarını da bizzat fiilen uygulamaya koymaktadır.
Genel olarak ise Alman siyasetinin Suriye'de yaşanan insanî krize seyirci kaldığını ve bilhassa İdlib'deki son yaşananlarla birlikte Türkiye'nin güney sınırındaki göç dalgasını göz ardı ettiğini söylemek mümkündür. Mülteciler konusunda başta Federal Hükumet ve Şansölye Merkel olmak üzere Alman siyasilerinin ağız birliği yapmışçasına özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı eleştirme kolaycılığına başvurmaları, esasen Avrupalıların genel olarak sorumluluk üstlenmeme ve sorunlarla yüzleşmeme eğilimleriyle de uyumludur. Zira Alman siyasîlerinin somut çözüm arayışında bulunmak ve sorumluluk üstlenmekten ziyade sorunları erteleyerek yok sayma çabaları yapısal bir hal almak üzeredir.
Buna rağmen bazı rasyonel siyasilerin kısmen özeleştirel yaklaşımları da dikkat çekmiştir. Örneğin, CDU'nun genel başkan adaylarından ve Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Norbert Röttgen Türkiye'nin sınır kapılarını açma kararını bir "yardım çağrısı" olarak nitelendirirken esas sorunun Rusya'nın Suriye'deki rolü olduğuna dikkat çekmiştir. Röttgen, Türkiye'nin yalnız bırakılmaması gerektiği yönünde açıklamalarda bulunmuş, Rusya'ya İdlib'deki insanlık suçlarından dolayı yaptırım uygulanması gerektiğini de savunmuştur. Benzer bir yaklaşım mevcut CDU Genel Başkanı Kramp-Karrenbauer da dile getirerek Moskova'ya yönelik yaptırım önerisinde bulunmuş ve mültecilerle ilgili gelinen son aşamada Rusya'nın rolünün altını çizmiştir. Koalisyon ortağı SPD'nin Eş Genel Başkanı Walter-Borjans da Rusya'nın ve Suriye rejiminin İdlib'deki tutumunu uluslararası hukukun ihlali olarak eleştirmiştir. Muhalefetin ise daha çok Türkiye'ye eleştirel yaklaştığı mevcut denklemde, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son Brüksel temasları ise Almanya'da yakından takip edilmiştir. Alman kamuoyundaki genel söylem ve öne çıkan beklentiye bakıldığında ise en nihayetinde 2016 mülteci anlaşmasının mümkün mertebe sürdürülebilmesi üzerinde durulmuştur.
Bu gelişmelere rağmen genelde Avrupa özelde ise Alman kamuoyunun mülteci meselesine yönelik aktif bir tutum sergilemekten hala uzak olduğu açıktır. Suriye ve özellikle İdlib krizinin çözümüne katkı sağlama ve Türkiye'nin önerilerini somut olarak desteklemekten ziyade, sorunların ertelenmesine ve yalnızca AB sınır kapılarının korunmasına ağırlık verilmesi söz konusudur. Her ne kadar geçmişte Alman savunma bakanı ve son olarak Alman dışişleri tarafından da Suriye'nin kuzeyinde bir güvenli bölge çağrısı gündeme getirilmişse de böyle bir adımın Avrupa ve genel anlamda Batılı devletler tarafından hala olumlu karşılanmadığı açıktır. Buna rağmen bazı Avrupalı çevrelerin ısrarla altını çizdikleri hususlar dikkate değerdir. Örneğin, 2016'da Türkiye'ye yönelik yapılan vaatlerin yerine getirilmediğini vurgulayan çevreler, AB'nin genel anlamda Suriye'deki plansızlığına da işaret etmektedir. Aynı şekilde Türkiye'ye yönelik mülteciler konusunda desteğin sürdürülmesi çağrısı yapılsa da en nihayetinde yine Türkiye ön planda tutularak AB'nin sorunlardan ve sorumluluktan ısrarla uzak tutulması hedeflenmektedir. Nitekim yine benzer şekilde Rusya'ya yönelik "yaptırım"ların gerekliliği üzerinde durulurken, bunun nasıl uygulanacağı, ne gibi somut ve acil sonuçlar getireceği sorusu ise ele alınmamaktadır.
Sonuç olarak AB statükoyu koruma hedefi dışında gerçek anlamda Suriye'deki krizin çözümüne katkı sağlama düşüncesinden hala uzaktır. Kendi çıkarlarının zorlandığı durumlarda ise uluslararası hukuk ihlallerini dahi görmezden gelebilen AB, sorunları erteleme ve kolaycı yaklaşımıyla uzun vadede inandırıcılığını daha da yitirecektir.
[Sabah, 14 Mart 2020]