Fransa’da iki turlu olarak yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini aşırı sağcı aday Marine Le Pen’in karşısında ‘bağımsız’ aday Emmanuel Macron kazandı. Avrupa basını her ne kadar Macron’un zaferini aşırı sağın mutlak yenilgisi ve Avrupa Birliği’nin güçlenerek devam ettirilmesini savunan liberal güçlerin kesin başarısı olarak okuyorsa da bu okumanın bir kurgu olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Aynı şekilde, Macron’un ilk dış ziyaretini Almanya’ya yaparak AB içindeki sürükleyici parametre olan Fransa-Almanya ekseninin devam edeceğini göstermesini de kurguyu süsleyen parça olarak görmek yerinde olur. Bunları madalyonun bir tarafı olarak okumak da mümkündür. Madalyonun diğer yüzü olarak görülmesi gerekenlerin başında ise Macron’un seçimlerde başarı kazanmasının konjonktürel olduğu gerçeği gelmektedir. Bu durumun konjonktürel olduğu iddiası, dünyamızda halihazırda gerçekleşmekte olan büyük dönüşüm karşısında gücünü giderek yitirecek gibi görünen Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi de dışlayarak, adeta kaçınılmaz hale getirdiği güç kaybına paralel bir şekilde orta ve uzun vadede ulus-devletçi ve aşırı sağcı güçlerin iktidarını engelleyemeyeceği düşüncesine dayanmaktadır. Ayrıca Macron’un haziran ayında yapılacak olan genel seçimlerde cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki başarısını tekrar edememe olasılığı da yabana atılmamalıdır. Yine Macron’un şahsında, liberal güçlerin formel bir güç kazanırken kaybettiği çok daha önemli bir şeyin, söylem üstünlüğünün haricinde kültürel hegemonyanın da olduğu belirtilmelidir. Bilindiği üzere bir süredir sağıyla, soluyla merkez güçler meşruiyetlerini temellendirmek için sığınmacı bir edayla kendilerini ifade etmeye çalışmaktadır. Yani Avrupa’da giderek hegemonik bir söylem haline dönüşen aşırı sağ karşısında mücadele etmekte zorlanan liberal çevreler, halk nazarında kendilerini kendi öz değerleri ile ifade etme hususunda eskiye nazaran daha çekingen ve mahcup davranmaktadır. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı ertesi itibarıyla sürdürülen siyasal iktidarın yanı sıra kültürel hegemonyanın da sonuna geldiğimizi işaret eden bu durumun, paradoksal bir şekilde AB’ci ve küreselleşmeci liberal siyasetçilere hedefledikleri kısmi nefeslenme fırsatını sunduğu da inkar edilemez.
En son Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gözlemlenen bu konjonktürel ‘başarı’nın, ilki 11, ikincisi 18 Haziran tarihlerinde olmak üzere iki turlu olarak düzenlenecek genel seçimlerde de tekrarlanıp tekrarlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. Bu seçimlerde ortak bir düşmana karşı (Le Pen) ‘bağımsız’ aday titri ile yarışma olanağını yitirecek olan Macron’un işinin, cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki gibi kolay olmayacağını söylemek kehanet sayılmamalıdır.
STRATEJİ DEĞİŞİKLİĞİ
Avrupa’da var olan ekonomik sorunlardan başka hem iç hem de uluslararası siyaset çerçevesinde bir kriz haline gelmeye başlayan aşırı sağcı söylemlerin giderek artan bir oranda güç kazanmaya başlaması, kısaca ‘‘establishment’’ olarak isimlendirilen ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden beridir Avrupa’da iktidarı belirleyen güçleri oldukça tedirgin etmektedir.
Şu ana kadar gerek ulusal gerekse uluslararası sorunlara çözüm bulmakta pek başarılı oldukları söylenemeyecek olan AB ülkeleri, aşırı sağcıların tüm dünyada etkilerini artırmalarına paralel olarak, Avrupa’da da müesses nizamın temellerini sarsacak derecede güç temerküzü ile ilk kez İngiltere’deki Brexit referandumu sürecinde karşılaştı. AB için çok büyük bir şok olan Brexit’in Birlik için öldürücü bir darbe olmadığı siyasi analistlerin bazıları tarafından savunulan bir görüştür. Söz konusu görüşü destekleyen en önemli unsur olarak İngiltere’nin Almanya ve Fransa ile karşılaştırılınca AB içindeki ikincil konumu öne sürülmektedir. Ayrıca AB’den siyasal olsun, ekonomik olsun açık ara en fazla fayda sağlayan ülke olan Almanya’nın, Brexit sonrasında Birliğe daha fazla bel bağlamış görünerek Fransa’yı kaybetmemek istemesi de bu görüşü destekler niteliktedir. Bundan mülhem, hem Almanya ve hem de Fransa’daki siyasal gelişmeler AB’nin geleceği açısından belirleyici hale gelmekte; dolayısıyla da bu iki ülkedeki aşırı sağcı söylemin yükselişi merkez siyaset tarafından tedirginlikle izlenerek karşı stratejiler geliştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu çerçevede Avrupa’da hem sağ hem de sol çevrelerin yeni hegemon dil olan aşırı sağcı söylemler karşısında izlemiş olduğu temel iki stratejiden bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi gerek Brexit süreci ve gerekse daha öncesinde aşırı sağcı söylemlere karşı izlenen ve artık klasikleşmiş olduğunu düşünmememiz için hiç bir sebep bulunmayan bir yöntemdir. Bu yönteme göre temel hedef, aşırı sağcı jargonun peşinden gidip, onun belirlediği çıtaya yetişmeye çalışarak seçmenlere “Biz de sizin endişelerinizi paylaşıyoruz” mesajı vermek ve böylelikle onların aşırı sağcı söylemlerin etkisine kapılarak, merkezin denetiminin dışına çıkmalarını önlemektir. Bu yöntem tıpkı alerjilerin tedavilerinde başvurulan tıbbi bir müdahale şekli olan immünoterapiye benzemektedir. Bilindiği üzere immünoterapinin hedefi hastalarda alerjiye neden olan maddelerin peyderpey artan oranlarda vücuda şırınga edilmesiyle vücudun bağışıklık sistemini eğitmek ve böylece vücuda, alerjenlerin düşman olmadığını öğretmektir. Şu ana kadar Avrupa’da aşırı sağcı ‘virüslere’ karşı başvurulan bu yöntemin elitlerde kısmi bir rahatlamaya neden olduğu izahtan vareste olmakla beraber, endişelerin tamamen izale olduğu da söylenemez. Öte yandan bu yöntemin uygulanmasıyla karşımıza bir açmazın yanısıra, birçok eleştirmenin de haklı olarak vurguladığı gibi bir siyasal ikiyüzlülük de çıkmaktadır. Son olarak Avrupa’nın en gelişmiş demokrasilerinden sayılan ve liberal Batılı değerleri en çok içselleştirdiği düşünülen Hollanda’da yapılan genel seçimlerde gözlemleme fırsatını bulduğumuz üzere, seçmenlerin aşırı sağcı söylemler arasından birini seçerek Mark Rutte’ye iktidarı vermesi, liberal söylemlerin dünya siyasetinde çıkmaz sokağa girdiğinin en belirgin göstergelerinden biridir.
‘ANTİ-ESTABLİSHMENT’ SÖYLEM
İşte burada karşımıza hegemonik aşırı sağ söylem karşısında kullanılan yeni bir strateji çıkmaktadır. Aşırı sağcı jargonu taklitten sonra kullanılan ikinci temel strateji olan bu yöntem, önceleri Avusturya cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Van der Bellen ve bilahare Fransa’da Macron tarafından ‘bağımsız’ olma vurgusuyla kullanılmıştı. Şimdilerde ise merhale katederek, Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’un dillendirdiği ‘anti-establishment söylemi’ merkez güçlerin yeni stratejisi olarak gündeme gelmektedir. Son tahlilde iç ve dış siyasi düzenin kendileri tarafından dizayn edilmiş şekliyle devamından yana olan bu siyasetçilerin, ironik bir şekilde ‘kurulu düzen karşıtı’ olarak arzı endam etmelerinin Fransa’daki karşılığı olan Emmanuel Macron’un, seçimlerin de öncesine kadar giden bir periyod içinde ortaya koyduğu politik manevraların isim babası bilindiği gibi Yeşiller Partisi eski Genel Başkanı Alexander Van der Bellen idi. Hatırlanacağı üzere demokratik bir ülkeye yakışmayacak seçim usulsüzlükleri nedeniyle ertelenmek zorunda kalınarak yapılabilen Avusturya cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyası sürecinde Van der Bellen, ‘bağımsız’ bir aday olduğu şeklindeki kurgusunu seçmene pazarlamayı başarmıştı. Aşırı sağcı güçler karşısında sağ ve sol, neredeyse tüm merkez güçlerin desteğini arkasına alan Van der Bellen’in, seçimlerin sonucunda aşırı sağcı aday Norbert Hofer karşısında kullandığı yeni yöntem sayesinde başarılı olması Macron ve ekibini de heyecanlandırmıştı. Macron’un da aynı ustalıkla kullandığı bu söylemin seçim sonuçlarına olumlu etkileri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Şimdi gelinen noktada, Van der Bellen ve Macron tarafından dillendirilen ‘bağımsız aday’ vurgusunun kullanıldığı haleti ruhiyeye damgasını vuran mahcubiyet ve utangaçlık hislerinin aşılarak yeni bir aşamaya geçildiğini gözlemliyoruz. Bu çerçevede Avusturya’da Dışişleri Bakanı ve Avusturya Halk Partisi’nin (ÖVP) 15 Ekim 2017 tarihinde yapılacak erken genel seçimlerdeki başbakan adayı Sebastian Kurz’un tutumu dikkat çemektedir. Kurz’un yakın zamanda aşırı sağcı çevrelerin en güçlü argümanlarından birini ellerinden almak amacıyla ironik bir ‘anti-establishment söylemi’ ile düzen karşıtlığı imajını parlatmaya çalışması kesinlikle zamansız ve sebepsiz değildir. Bu çıkışıyla Kurz, ilk olarak Van der Bellen ve sonraları Macron tarafından uygulanarak başarılı olunan stratejinin yeterli olamayacağının farkına varmış görünerek, düzen karşıtı bir konuma kendini yerleştirmeye çalışmaktadır. Buradan hareketle hem liberal söylemin aşınarak etkinliğini kaybetmesinin önüne geçmenin hem de liberal siyasetin iki yüzlülüğünü perdelemenin hedeflendiğini söyleyebiliriz. Aşırı sağcı hegemonik söylem karşısında iyice köşeye sıkışmış görünen
Avrupa’nın merkez güçlerinin bu hedefe ulaşıp ulaşamayacaklarını zaman gösterecek.
[Star Açık Görüş, 21 Mayıs 2017].