Yaşadığımız süreç ya da krizin mahiyeti nedir? Mesela 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ortaya çıkarılan 367 krizi nasıl bir sorundu? Hukuki bir mesele miydi yoksa siyasi mi? Krizi nasıl aşmıştık? Bu soruların cevapları çok karmaşık değil. 367 krizinin bütün aşamaları nasıl siyasi müdahalelerle aşıldıysa cari kriz de aynı şekilde aşılacak. Yukarıdaki sorulara siyaset dışında cevap aramanın bizi götüreceği yer kaostan başka bir yer değildir.
Çünkü hem meşruiyet kaynağı hem de fonksiyonu üzerinde hemfikir olamayacağımız bir unsur nihai çözümü sağlayan değil; ancak çözümün bir aracı olabilir. Siyaset, asgari müşterek sorununu 'çoğunluk formülü' üzerinden meşruiyet hususundaki tartışmayı büyük ölçüde bitirdiği için yaşadığımız krizlerde nihai merci konumunu korumaktadır. 'Çoğunluk formülüyle' barışık olmayanların ise seküler dünyanın bir asırdır inşa ettiği ve Türkiye'nin nasibine düşen montaj düzene dair yeni bir değerler sistemi önermelerini beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Hal bu iken ortaya çıkan tek öneri olan 'hukukun' sorunlarımızı çözeceği iddia ediliyor. Hem de bizzat hukuktan kaynaklanan sorunları bile.
Bu çözüm önerisinin üzerine oturduğu bazı varsayımlar var. Büyük ölçüde hem değerler sistemi hem de tarihi süreçlerini paranteze alarak, batıda olgunlaşmış demokrasilerindeki hukuk uygulamalarını üst referans alarak bizlere hatırlatıyorlar.
Batıya nazaran bambaşka bir siyasi bağlam ve tarihe sahip olan bugünkü sorunlarımızın; liberal soyutlamanın harikalar dünyasında, 'siyasi bir sorunu hukuku kullanarak' bile değil; 'siyasi bir sorunu bizzat hukukun' çözmesi gerektiği vaaz ediliyor. Hızlarını alamayanlar, hukukun siyasi bir sorunu çözmesi imkânsız misyonunu da aşıp 'siyasetin kellesini almasını' bile dillendiriyorlar.
Bu cesaret nereden geliyor? Büyük ölçüde 'hukukun üstünlüğü' diye dillere pelesenk olmuş meşruiyeti ve manası meçhul klişeden geliyor.
Hukukun nasıl ve niye üstün olduğunu bilmiyoruz. 'Hukuk düzeni' yerine ikame edilen ve artık neredeyse herkesin sorgusuz sualsiz içselleştirdiği bu kutsal ilkenin ne anlama geldiği de meçhul. Kaldı ki 'hukukun üstünlüğünün' bugünkü demokratik kalite içerisinde 'yargının veya yargı kurumlarının üstünlüğüne' denk geldiği de herkesin malumu.
Kişilerin birbirleriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe hukuk diyoruz.
Bu kurallar bütünü meşruiyetini insanların tercihlerinden alan siyasetin, farklı referansları da göz önüne alarak düzenlediği bir alan. Siyaset marifetiyle değiştirilebilir ve iptal edilebilir bir alandan bahsediyoruz. Dolayısı ile varoluşsal olarak aktif değil pasif bir alandır hukuk. Hal bu iken mezkûr alanın üzerinde mutabakata varılmış, düzenin yazılımı olmuş ve ortak bir sözleşme olmasının ötesine geçen bir fonksiyonu olması beklenemez.
Bu fonksiyon kendisini var eden alana kast ederse ne olur?
Bugün yaşadığımız krizin sorusu budur. Bu krizi aşmanın cevabını nerede aramalıyız?
HALKIN İRADESİ VERSUS MİLLİ İRADE
1960 darbesini yapanlar seçilmişler eliyle ortaya çıkan 'halkın iradesinin' geçmiş, bugünkü ve gelecek insanların tümünün iradesi anlamında 'milli irade' ile çatıştığını ileri sürdüler.
Buldukları çözüm halkın iradesinin 'milli irade' ile denetlenmesiydi. Milli iradeyi anayasa ve hukukta tecelli ve temerküz eden irade olarak formüle ettiler. Böylece 'egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır' hükmü ortaya çıktı. 'Genel irade', 'milli irade' ile dengelendi. Milli iradeyi yani Anayasada ortaya çıkan iradeyi ise yetkili kılınan organlar kullanmaya başladılar. Çoğunluk formülü ile barışık olmayanlar anayasa ve hukukta mündemiç olduğunu varsaydıkları milli iradenin egemenliğini savunanlardır.
Çözümün hukuktan, anayasadan ve yargıdan beklenmesinin sebebi ise halkın iradesine duyulan güvensizlikten başka bir şey değildir. Yukarıdaki soruları somutlaştırmanın yolu 'hukuk düzeni' ile 'hukukun düzen kurması girişimini' birbirinden ayırmaktan geçmektedir.
Evet, hukuk düzen kurabilir mi? Yakın tarihimizde kırılma anlarına denk gelen 'mahkemeler momenti' üzerinden ortaya çıkan 'yeni düzenleri' kim var edebilmiştir? İstiklal mahkemeleri, Yassıada, 12 Eylül, Ergenekon mahkemeleri 'hukukun gücünden' ya da 'üstünlüğünden' mi kaynaklanmıştır yoksa dönemin 'siyasi momentinden' mi?
Burada kurulan 'yeni düzenin' kalitesinden, olumlu veya olumsuz olmasından bahsetmiyoruz.
Mevzubahis yaptığımız hukukun düzen kurup kuramayacağıdır.
Sadece mahkemeler momentine bakılsa -şu an sürmekte olan tartışma ve kriz de aynı parantez içerisindedir- hukukun inşacı aktif bir rol üslenmesi bir yana düzen yıkmakta kullanılan bir araçtan ibaret olduğu görülecektir.
Bu meyanda 17 Aralık operasyonu 'bekçi perspektifi' ile siyasalı ikame etmeye, 'mahkemeler marifetiyle' düzen değiştirmeye kalkan çok boyutlu bir girişimden öte anlam taşımamaktadır. Oldukça cesur adımları atmalarını sağlayan ise hormonlu siyasallaşma süreçlerinin ürettiği fanusta yaşamalarından kaynaklanmaktadır.
Siyaset, sebep oldukları 'olağan üstü' duruma 'istisnalar' yaratarak cevap vermektedir.
Bu cevaplar verilmeye devam ettikçe Neo-vesayet odağı da varoluşsal krizler yaşamaya devam edecektir.
Siyasetin bir görevi de bu krizleri de yönetmek olmalıdır. Zira her geçen gün Neo-vesayet odağının böyle bir kabiliyeti olmadığı daha açık bir şekilde ortaya dökülmektedir.
[Sabah Perspektif, 18 Ocak 2014]