Trump ABD’de başkanlık koltuğuna oturduğundan beri Washington’ın dış politik hamlelerine anlam vermeye çalışıyoruz. Bizi yakından ilgilendiren PKK ve Kudüs gibi başlıklara odaklansak da ABD’nin İran, Kuzey Kore, Körfez gibi dosyalarda da ne yapmak istediği meçhul. Daha doğrusu şimdiye kadar attığı ve bizim “strateji” olarak gördüğümüz adımların, gelişi güzel ve kaotik birer adım mı olduğu yoksa arkasında büyük bir aklın mı olduğu büyük bir soru işareti. Sadece Trump’ı dikkate alırsak bu adımlarda büyük bir strateji aramak yersiz olur. Aynı şekilde Kushner’in adımlarında da büyük bir zeka parıltısı aramak yanlış olur. Zira Kushner’in Siyonist sığlığı strateji değil, ancak cebir üretir. Fakat yönetimde bulunan McMaster, Mattis, Kelly gibi isimlerden beklentiler daha yüksek. Bu isimler sebebiyle Washington’ın dış politik adımlarının büyük stratejiye denk gelen bir tarafı olduğunu varsayıyoruz. Belki de en büyük hatayı burada yapıyoruz.
ABD’nin her attığı adımın ilmek ilmek işlenen bir stratejinin parçası olduğunu düşünürken, kolay açıklamalar tabii ki bizi tatmin etmiyor. Fakat ön yargılarımızı bir kenara koyup dosya dosya ABD’nin dış politik adımlarının şimdiye kadar neyi başardığını, bundan sonra da neyi başarabileceğini sorgulamalıyız.
Örneğin son Kudüs kararındaki “strateji” neydi? İçinde bulundukları kaotik ortamdan istifade ABD’de her klik kendi gündemini gerçekleştiriyor şu günlerde. Trump iç politik mülahazalarla ve Kusner’in Siyonist, Pence’in de aşırı Evanjelist dünya görüşünün etkisinde kalıp facia bir karara imza attı. ABD bundan ne kazandı? Hatta bırakın ABD’yi İsrail bundan ne kazandı? Kushner’in Filistin planını hayata sokması daha da zorlaştı. Filistin Yönetimi ve Ürdün Kralı Abdullah’ın İstanbul’daki sağlam duruşları da Trump-Kushner hanesine koca bir eksi olarak yazıldı. Çiğnedikleri kırmızıçizgiyle Avrupa’yı, İslam dünyasını daha doğrusu ABD-İsrail ile 7 tane irapta mahalli olmayan ülke dışında tüm dünyayı Kudüs konusunda birleştirdiler. Hatta tüm kartlarını ABD’ye yatıran Körfez ülkeleri bile ABD aleyhine oy kullanmak zorunda kaldı. BM’deki tehditkar tavırları da aynı stratejisizliğin bir sonucuydu. Botsvana’nın bile Haley’nin tehdit mektubu sebebiyle ABD’ye “ayar çektiği” diplomatik bir hezimet yaşadılar. Tehdidin işe yaramamasının en acı sonucu, caydırıcılığın yitirilmesidir. ABD kendi kurduğu sisteme karşı çıkarak, sistemin kendisinin daha da sesli bir şekilde sorgulanmasını sağladı. Hal böyleyken Kudüs kararında veya BM’deki tavırlarda strateji arayanlar hayal kırıklığına uğrayabilir.
Washington strateji tıkanıklığı dönemini yaşıyor. Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde ağdalı kelimelerle bahsedilse de ABD’nin İran’ı nasıl sınırlandıracağı, Kuzey Kore’nin nükleer tehdidini nasıl bertaraf edeceği, Suriye’den nasıl çıkacağı, PKK’yla ilişkisinin nereye doğru evrileceği, Körfez’de BAE’nin arkasına neden takıldığı veya büyükelçiliğini neden Kudüs’e taşıma kararı aldığı konusunda uzun dönemli bir stratejisi yok. ABD operasyonlar çekiyor ama strateji kuramıyor. ABD’yi şu an stratejiler değil, ideolojiler yönetiyor. Bu stratejik boşluğu ise Rusya, Çin gibi global aktörler dolduruyor…[Akşam, 25 Aralık 2017]