Geçtiğimiz hafta Körfez bölgesi beklenmedik düzeyde bir siyasi krize sahne oldu. Başını Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çektiği bazı ülkeler bölgenin yumuşak güç anlamında en başarılı ülkelerinden Katar’ı hedef alarak Doha yönetimiyle tüm diplomatik ilişkilerini kestiklerini duyurdular. Kararın, ABD Başkanı Donald Trump’ın iki hafta önce gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinden kısa bir süre sonra gerçekleşmesi, Washington’un sürece üstü kapalı destek verdiğinin işaretçisi olarak görülebilir. Bu durum Obama döneminde ciddi biçimde gerginlik yaşanan Riyad-Washington ilişkilerinin yeniden fabrika ayarlarına döndüğünü de teyit etmektedir.
Nitekim, Trump’ın ziyareti Ortadoğu’da oluşturulmaya çalışılan yeni bir bloğun da habercisi olarak görülmektedir. Bu bağlamda, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın başını çekeceği blok, başta İran tehdidi olmak üzere bölgede ABD ve İsrail çıkarlarına karşı hareket eden tüm ülke ve grupları “dizginlemek” amacıyla bir ittifak çizgisi içerisine alınmaya çalışılmaktadır.
Katar krizi, bu amaçla atılan ilk adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkeler için İran gibi daha açık bir tehdit mevcutken, Katar’ın hedeflenmesi, başlatılan bu kampanyanın daha büyük stratejik bir siyasetin mikro bir bağlamda denenmek istenmesi olarak da yorumlanabilir. Bu noktada Katar’ın seçilmesi tesadüf değildir.
Körfez’in müreffeh ülkesi
Körfez bölgesinin ekonomik anlamda en müreffeh ülkesi olan Katar hem bölgedeki demokratikleşme hareketlerine destek vererek Arap kamuoyları nezdinde ciddi bir desteğe sahip olmuş, hem de başarılı biçimde işlevselleştirdiği yumuşak gücü ile hem bölgesel hem de küresel düzeyde etki sahibi bir ülke haline gelmiştir. Özellikle İngilizce ve Arapça yayın yapan El-Cezire televizyon kanalı ile Katar, hem bölgesel hem de küresel düzeyde kamuoyu oluşturulmasında ciddi bir etkiye sahiptir. Bunun yanında ülkede ABD, Kanada, İngiltere, Fransa ve Hollanda merkezli 10’dan fazla üniversitenin kampüsü bulunurken, bölgenin en etkin düşünce kuruluşları da merkez olarak Doha’yı seçmektedirler. Doha yönetimi, Katar Yatırım Fonu aracılığıyla, ABD, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere birçok ülkede bulunan uluslararası kuruluşlarda ciddi miktarlarda hisse satın alarak küresel düzeyde yatırımlarını çeşitlendirmiştir.
Bütün bunların yanında Katar’ı Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve ABD tarafından hedef haline getiren daha öncelikli nedenler ise Doha yönetiminin siyasi tercihleri ve bunun dış politikadaki etkileridir. Bu anlamda ilk neden Katar’ın 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap devrimleri sürecinde otokratik yönetimlere karşı halkların yanında yer alarak, demokratikleşme taleplerini desteklemesidir. Bunu hem siyasi açıklamalarla yapan Katar yönetimi, El-Cezire’nin izlediği yayın politikası aracılığıyla bu siyasetini kamuoyuna mal etmiştir. Öyle ki Mısır’ın Tahrir Meydanı’nda yaşanan devrim gösterileri El-Cezire tarafından günlerce canlı olarak yayınlanmış ve bazıları Mübarek’in devrilmesi sürecini “El-Cezire Devrimi” olarak nitelemiştir. Tunus’ta Nahda hareketi ve Suriye’de Beşar Esed karşıtı muhalifler de Katar tarafından desteklenmiş ve devrimlerin başarılı olması için çaba sarf edilmiştir.
Mursi’ye verilen destek
Katar’ın hedef alınmasındaki ikinci neden ise ülkenin Müslüman Kardeşler hareketine yönelik açık desteğidir. 2011’deki devrimden itibaren Mısır’daki demokratikleşme sürecine destek olan Katar, Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi’nin 2012 yılında cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından bu ülkeye desteğini artırmıştır. Bu durumdan ciddi biçimde endişelenen ve İhvan’ın güçlenerek iktidara gelmesini kendi rejimleri için tehdit olarak gören Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, 2013’te Mısır’da gerçekleşen darbeye destek olarak devrim sürecinin sonlanmasını ve Müslüman Kardeşler hareketinin siyaset sahnesinden silinmesini amaçlamışlardır. Nitekim Mısır’da iktidara gelen Sisi rejimi bu politikayı “acımasız” biçimde uygulamıştır. Darbeyi izleyen günlerde binlerce İhvan üyesi öldürülmüş, on binlercesi ise hapse atılmıştır. Katar yönetimi, Müslüman Kardeşler hareketine yönelik desteğini bu sürece rağmen sürdürmüştür. Mısır’ı terk etmek zorunda olan İhvan üyelerine kapılarını açan Katar, Sisi rejiminin uyguladığı insan hakları ihlallerinin tüm dünya kamuoyuna paylaşılmasında El-Cezire aracılığıyla ciddi biçimde katkıda bulunmuştur. Katar’ın bu siyaseti Riyad, Abu Dabi ve Bahreyn yönetimlerince tepkiyle karşılanmış ve 2014 yılında bu nedenle diplomatik kriz yaşanmıştır. Katar’ın geri adım atacağının duyurmasının ardından kriz sonlanmış ve ilişkiler normale dönmüştür. Ancak gelinen noktada Katar’ın Müslüman Kardeşler’e olan desteğinin sürdüğünü iddia eden bu ülkeler, ABD’de başkanlığa gelen Trump’ın da desteği ile Doha yönetimine karşı tekrar bir girişim başlatarak, hem Katar’ı hem de bu ülkenin Ortadoğu’da temsil ettiği siyasi anlayışı bastırmayı hedeflemektedir.
Katar’ı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği blok tarafından hedef haline getiren bir diğer unsur da Doha yönetiminin dış politikada özellikle bu iki ülkeden farklı bir çizgi izlemekte ısrarcı olmasıdır. Arap devrimlerinde gözlemlenen bu süreç, Doha yönetiminin Mısır ve Libya’da Riyad ve Abu Dabi ile karşıt pozisyon almasıyla iyice gün yüzüne çıkmıştır. Öyle ki Suriye’de dahi Esed karşıtı tutum almış olsalar da Suudi Arabistan ve Katar farklı grupları desteklemişler, zaman zaman bu gruplar silahları birbirlerine çevirmişlerdir. Öte yandan Suudi Arabistan’ın bölgede en ciddi tehdit olarak gördüğü İran’a karşı yürüttüğü mücadelede Katar’dan beklediği desteği görememesi de Riyad’ın Doha’ya tepkisinin artmasına neden olmuştur.
Diz çöktürebilecekler mi?
Katar’a karşı alınan kararlar her ne kadar uluslararası düzeyde Doha’nın zor durumda kalabileceğine işaret etse de Suudi Arabistan ve beraberindeki ülkelerin bu anlamda işi kolay olmayacaktır. Nitekim Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği bloğun çok da sağlam olduğu söylenemez. Bu iki ülke dışında Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Maldivler, Mauritius ve Moritanya, Katar’a yönelik kampanyanın bir parçası olmuştur.
Ancak bu ülkelerin bazıları “failedstate” (çökmüş-devlet) olarak görülürken kimileri de farklı gerekçelerle Suudi Arabistan’a paralel dış politika izlemektedir. İç işlerinde bağımsız ve dış politikada Suudi Arabistan’a bağlı bir devlet olarak görülen Bahreyn, Katar krizinde istemsiz olarak Riyad’ın tarafında yer almıştır. Ancak uluslararası politikada herhangi bir etkisi olmayan Bahreyn’in Katar konusunda Riyad ve Abu Dhabi’ye de katkısı sınırlı olacaktır. Benzer şekilde ekonomik ve siyasi anlamda Suudi Arabistan’a bağımlı olan Ürdün de Katar hamlesinde Riyad’a destek olmaktadır. Moritanya, Mauritius ve Maldivler gibi ülkeler Suudi Arabistan’ın ekonomik ve siyasi nüfuzunun altında kaldıklarından Katar krizinde Riyad’ın yanında yer almışlardır.
Bir adacıklar ülkesi olan Maldivler son yıllarda siyasi istikrarsızlıklarla boğuşmaktadır. 2012 yılında gerçekleşen “askeri” darbe sonrası dönemde demokrasiden uzaklaşan Maldivler’de muhalefet ülkenin 19 adasını Suudi Arabistan’a sattığı gerekçesiyle ciddi biçimde eleştirilmektedir. Geçtiğimiz aylarda bu amaçla ülkeye gelen Kral Selman’ın milyarlarca dolarlık yatırıma karşılık Maldivler’in meşruiyetini satın aldığı eleştirileri yapılmıştır. Maldivler’in Katar konusunda Suudi Arabistan’a desteği bu bağlamda değerlendirilebilir.
Mısır’dan bahsetmek gerekirse özellikle 2013’teki darbenin ardından Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin güdümüne giren Mısır, 2016 yılı boyunca Riyad ile İran nedeniyle gerginlik yaşamış, ancak ABD’de Trump’ın başkanlığa seçilmesi ve İran’a karşı bir Arap bloğu oluşturmasının ardından tekrar Suudi Arabistan’a destek vermeye başlamıştır. Bununla birlikte ekonomisi batmanın eşiğine gelen, Sina bölgesinde artan terör eylemleriyle başa çıkamayan, toplumsal barışı sağlayamamış ve insan hakları ihlalleri nedeniyle uluslararası düzeyde ciddi anlamda tepki gören bir Mısır’ın desteğinin ne derece güçlü ve etkili olacağı tartışmalıdır.
Tobruk’taki ayrılıkçı hükümetin Katar karşıtı bloğa desteği, tüm Libya’nın desteği gibi lanse edilmiştir. Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından Trablus’ta uluslararası toplum tarafından tanınan hükümete alternatif olarak kurulan General Halife Hafter liderliğindeki askeri yönetimin Libya dış politikasına dair herhangi bir tasarrufta bulunmasının mümkün olmadığının altı çizilmelidir. Ülkenin doğusunda kurulan ve Temsilciler Meclisi olarak isimlendirilen bu oluşum, Kahire, Riyad ve Abu Dabi’nin Libya’da iktidar mücadelesinde kullandıkları bir proxy aktör olarak tanımlanmaktadır.
Yemen’deki rekabet
Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar kararına Yemen’in de destek verdiği açıklanmıştır. Ancak son üç yıldır iç savaşın pençesindeki Yemen’de ülkenin kontrolünün hemen hemen yarısı merkezi hükümette değil, İran destekli Husi militanlarındadır. Dolayısıyla Yemen’deki Hadi yönetiminin ülkenin tümünü bağlayacak bir karar alması mümkün gözükmemektedir. Öte yandan yaptığı açıklamada Hadi yönetiminin Katar’ı ülkedeki terör gruplarını desteklemekle suçlaması tamamen politik bir tutumdur. Suudi Arabistan’ın talimatı ile yapılan bu açıklama 2015’in Mart ayında Husiler tarafından abluka altına alınan Hadi’nin Katar Hava Kuvvetleri’nin de desteğiyle düzenlenen operasyon ile kurtarıldığı gerçeğini göz ardı etmektedir.
Yemen ile ilgili bir başka durum da Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ülkedeki istikrarsızlık ortamında farklı çıkar ve ajandalara sahip olmasıdır. Her ne kadar bugün için Katar’a karşı birlikte hareket etmiş olsalar da bu iki ülkenin gelecekte Yemen konusunda ciddi bir problem yaşaması muhtemeldir. Suudi Arabistan’ın desteği ile yönetimde kalabilen Hadi hükümeti, Birleşik Arap Emirlikleri tarafından desteklenmemektedir. Hadi bloğunda Müslüman Kardeşler’e yakın grupların olmasından dolayı Abu Dhabi yönetimi eski Aden valisi Aidaraous Al-Zubaidi’yi desteklemektedir. Öyle ki Suudi Arabistan güdümündeki Hadi yönetimi, geçtiğimiz Mart ayında Al-Zubaidi’yi görevden almış ancak BAE’nin desteklediği Al-Zubaidi, güney Yemen’de Geçici Siyasi Konsey oluşturarak kendisini Başkan olarak duyurmuştur. 31 Mayıs’ta Suudi Arabistan destekli Hadi askerleri ile BAE destekli Al-Zubaidi kuvvetleri Aden havalimanını almak için çatışmış, olaylar sonucunda Hadi güçleri bölgeden püskürtülmüştür. Bölgede kontrolünü artıran El-Zubaidi, Suudi Arabistan destekli Hadi yönetimindeki merkezi hükümete BAE kontrolünde bir alternatif yönetim oluşturmuştur. Bu durum da yeni bağımsız bir Güney Yemen devleti kuruluşu için ilk adım olarak görülmektedir. Suudi Arabistan’ın kesinlikle karşı olduğu Yemen’in bölünmesi senaryosu Birleşik Arap Emirlikleri eliyle bir gerçeklik haline gelmektedir. Buradan hareketle Katar’a karşı birlikte hareket eden Riyad ve Abu Dhabi’nin bu işbirliğinin kırılgan olduğu söylenebilir.
Türkiye’nin rolü
Katar aleyhine başlatılan kampanyaya en açık tepkiyi gösteren ülke Türkiye olurken, Almanya, Fransa ve İran da sorunun diplomatik yollarla çözülmesi için açıklamalar yapmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan yabancı ülkelerin büyükelçileriyle yaptığı iftar yemeğinde Suudi Arabistan’ın tutumunu tasvip etmediğini belirtmiş ve Katar’a destek olunacağı mesajı vermiştir. Ertesi gün TBMM’de Katar’a asker göndermeye dair tasarı kanunlaşırken, Suudi Arabistan ve BAE’nin kararları nedeniyle Katar’ın gıda temini konusunda yaşayabileceği sıkıntıların giderilmesinde Ankara’nın rol oynayacağı açıklanmıştır.
Suudi Arabistan’la son dönemde iyi ilişkiler geliştiren Türkiye’nin hem bu ülkeyle ilişkilerini muhafaza etmesi hem de stratejik işbirliği yürüttüğü Katar’ı koruması büyük önem taşımaktadır. Dış politikada son yıllarda yaşadığı tecrübeler, Ankara’yı bu süreçte daha olgun politikalar izlemeye sevk etmelidir. Türkiye, Körfez’deki krizin çözümünde bir taraftan uzlaşmacı bir rol oynarken diğer taraftan da zor günlerinde yanında olan Katar’ın süreçten zarar görmeden çıkabilmesine yönelik diplomasi yürütmelidir.
[Star Açık Görüş, 11 Haziran 2017].