Geçtiğimiz hafta Türkiye iş dünyası, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un beklenmedik vefatı ile sarsıldı. Bu vesile ile Koç ailesinin hem Türkiye ekonomisi içindeki başat konumu hem de hayırsever karakterleri ve sosyal sorumluluk girişimleri medyada detaylı olarak gündeme getirildi. Son dönemlerde siyasi ve ekonomik aktörler arasında yaşanan türlü gerilimleri hatırlayınca; Mustafa Koç’u uğurlarken ortaya çıkan olumlu havanın, devlet-sermaye ilişkilerinin seyri açısından umut verici olduğu söylenebilir.
Elbette bu havanın oluşmasında Mustafa Koç ve Ali Koç’la bir önceki akşam görüşen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi ile ilgili son derece samimi ve dostane ifadelerinin de etkisi vardı. Zaten bizim medeniyet birikimimiz ve geleneğimiz, vefat edenleri hayırla hatırlamayı ve haklarında olumlu beyanlarda bulunmayı tavsiye eder. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı’nın beyanlarını sadece insani nezaket ya da İslami hassasiyetlerle açıklamayıp Türkiye’de devlet ile büyük sermaye ilişkisinin seyrine dair bazı çıkarımlar yapmak yerinde olur.
Öncelikle Koç ailesinin başını çektiği ve son yıllardaki atılımları ile Sabancılar gibi rakipleri ile aralarındaki farkı iyice açarak tartışmasız lideri haline geldiği İstanbul sermayesi, son yıllarda yaşanan dönüşümlere rağmen, Türkiye ekonomisindeki baskın konumunu halen muhafaza ediyor. Sadece Koç Grubu’nun Türkiye’nin otomotiv ihracatının yüzde 45’ini tek başına gerçekleştirmesi; TÜPRAŞ ile enerji ve rafinaj sektörünün lideri olması; beyaz eşya ve tüketim ürünlerinde başı çekmesi; Ar-Ge ve inovasyon lideri olarak patentlerin yüzde 30’unu tek başına alması durumu özetliyor aslında. Bu anlamda siyasi gündemini ekonomik kalkınma ve adaletli paylaşım üzerine oturtan AK Parti hükümetleri ile Koç Grubu gibi büyük sermaye gruplarının oldukça uyumlu bir işbirliği yürüttüklerini ve TÜPRAŞ özelleştirmesi gibi büyük çaplı özelleştirme projelerinde karşılıklı bir güven ilişkisi kurulduğunu belirtebiliriz. Ekonomik kalkınma tarihindeki başarılı örnekler, bize büyük çaplı sermaye ile kamusal aktörler arasında sistemli işbirliğinin önemini öğretir zaten.
Türkiye’de devlet-sermaye ilişkilerinde yaşanan gerginlikler, ekonominin büyüme yöneliminden daha çok ideolojik meselelerde yaşanan farklılaşmalardan kaynaklandı. TÜSİAD çevresindeki İstanbul sermayesi, kendisini bürokratik odaklar ile birlikte laikliğin ve Batıcı modernleşmenin taşıyıcı aktörü olarak tanımladığı için belli aralıklarla muhafazakâr iktidarı sorguladı. Gezi sürecinde Divan Oteli’nin oynadığı kritik rol üzerinden Koç Grubu da bu tartışmalara dahil edildi ama siyasiler ile polemiğe girmediler. Mustafa ve Ali Koç kardeşler, Anadolu sermayesi ile daha barışık; iktidarla daha uyumlu bir resim vermeye özen gösterdi.
Ancak ülkenin kalkınma vizyonu ve dünya sistemindeki konumu hakkında siyasi aktörlerle tam bir fikir birliği içinde olmadıklarını da nezaketle bildirdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "yerli otomobili üretecek bir babayiğit bekliyoruz" derken Mustafa Koç’un mavi gözlerine bakıyordu, böyle büyük çaplı bir girişimin Türkiye’de ancak Koç Grubu’na yakışacağını bilerek. Ama Koç Grubu, yabancı ortaklıklarını etkin biçimde kullanarak bölgesel büyümeyi seçmişti, onlara küresel piyasalarda rakip olmayı değil. O yüzden Cumhurbaşkanı’nın çağrısı karşısında Mustafa Koç’un nezaketle sessiz kalması, Türkiye’de devlet-sermaye ilişkileri hakkında çok şey söylüyordu aslında. Mustafa Koç’a Allah’tan rahmet diliyorum...
[Bugün, 17 Ocak 2016].