İkinci dönem seçilmek için İsrail lobisini karşısına almaktan çekinen Obama, Netanyahu’dan memnuniyetsizliğini ancak dolaylı yollardan ifade etmişti. Tarihin en fazla Amerikan seçimlerine karışan İsrail Başbakanı karşısında Obama belki de en az İsrail iç politikasına karışan Amerikan başkanı olarak kayda geçecek. Netanyahu’yla sorunlarına rağmen Obama’nın Amerikan Musevilerinden aldığı yüksek oyların dağılımı bu oyların kritik etkisi olmadığını gösterdi. Thomas Friedman başkanlık seçiminden hemen sonra yayınlanan yazısında, İsraillilerin Obama’nın seçim sonrası Netanyahu’dan ‘öç almaya’ çalışıp çalışmayacaklarını sorduklarını aktarıp, Başkan’ın özellikle ekonomiyle meşgul olduğunu dolayısıyla Ortadoğu’nun gündemin başında olmadığını yazıyordu. Obama’nın bu tavrının İsrail açısından hem avantajlı hem de dezavantajlı yanları var. Bu, Obama’nın ikinci döneminde İsrail-Filistin barış sürecinin tekrar canlandırılması için fazla enerji sarfetmeyeceği dolayısıyla Netanyahu’yu sıkıştırmayacağı anlamına gelebilir. Öte yandan ABD’nin İran’a askeri bir operasyondan uzak durması İsrail’i endişelendiriyor. İsrail’in İran konusunda artık kendi başının çaresine bakmak zorunda söylemek zor elbette ama Obama’nın İsrail adına maliyet ödemek istemediği açık.
Peki Gazze saldırılarına destek ABD adına bir maliyet değil midir ki Obama bu konuda İsrail’e destek mesajları verdi? İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu tekrarlayan Obama, Mısır Cumhurbaşkanı Mursi ve Başbakan Erdoğan’ın Hamas’ın roket saldırılarını durdurması konusunda etkilerini kullanmalarını istedi. Bir yandan Dışişleri Başkanı Clinton’ı bölgeye göndererek, Mursi’yi de birkaç defa arayarak Şükran Günü arefesinde Gazze’deki durumun sakinleşmesi için çalışan Obama, öte yandan İsrail’e destek mesajları vermeye devam etti. Başkan’ın İsrail’in tavrından çok da memnun olduğu söylenemez ancak Obama Dökme Kurşun Operasyonu sırasında da büyük ölçüde sessiz kalmıştı. Bu tavrın ABD’nin bölge halkları açısından olumsuz imajını derinleştirdiği kesin. Ancak Amerika’nın ‘hayati’ çıkarları söz konusu değil ve Obama’nın verdiği ‘retorik’ desteğin kendisine ciddi siyasi bir maliyeti yok. Aksine, önümüzdeki 45 günlük süreçte İsrail lobisinin nüfuzunun yüksek olduğu Kongre’ye bütçeyi onaylatmak zorunda olan Obama için bir kazanç bile sayılabilir.
Arap Baharı sonrası artık yeni bir bölge var ve İsrail bölgede normalleşmek zorunda. ABD’nin sponsorluğunda bölgenin baskıcı yönetimleriyle İsrail yararına kurulan bölgesel düzen Arap devrimleriyle çökmüş durumda. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da İslamcı ve diğer aktörler siyasete girip normalleşiyor ve hatta iktidara geliyor. Bu aktörlerin Ben Ali, Mübarek veya Kaddafi gibi kendi halklarının taleplerini dikkate almama lüksleri yok, bunun ilk testi de Gazze kriziyle Mursi’ye nasip oldu. ABD bu yeni siyasal koşullara ayak uydurmak zorunda olduğunun farkında. Ancak bölgenin halen bir vakum halinde olması ve devrim karşıtı güçlerin mücadelelerine devam ediyor olmaları yeni bir düzen kurulmasını geciktiriyor. Yeni düzenin koordinatları belli olana kadar, ABD’nin daha ‘sağlamcı’ bir politika izleyerek geleneksel imparatorluk reflekslerini devam ettirmesini beklemek daha doğru olur."
Bu geçiş dönemi ABD’nin ekonomisini düzeltmek ve Asya-Pasifik stratejisini hayata geçirmekle meşgul olduğu bir döneme rastlıyor. Obama’nın Mısır ve Türkiye gibi aktörlerin Suriye ve Gazze gibi konularda daha fazla inisiyatif almasını beklemesi, ABD’nin yeni dönemde küresel düzeni şekillendirme iddiasını mütevazileştirmiş olmasından kaynaklanıyor. Gazze krizi sonrası birçok analist ABD’nin Ortadoğu’dan uzak duramayacağını dolayısıyla daha derli toplu bir Ortadoğu politikası izlemesi ve hatta halihazırda ‘ölü’ barış süreci için yeniden çaba sarfetmesi gerektiğini savunuyorlar. Obama’nın İsrail’le ilişkilerini yeniden düzenlemesi ancak Ortadoğu’ya ilişkin yeni bir politika geliştirmesiyle mümkün olabilir ve bu yönde çağrılar yapan analistlerin sayısı da az değil. Obama yönetiminin bu çağrılara nasıl cevap vereceği merak konusu ancak Afganistan ve Irak savaşlarının maliyetleri ve İsrail’in uzlaşmaz tavrı Obama’yı bölgesel gelişmelere yön verme konusunda iştahsız kılıyor.
Arap Baharı, ABD’yi içinde bulunduğu mali ve siyasi krizden çıkarmayı önceleyip insan hakları ve demokrasiden pek bahsetmeyen Obama’yı zor bir teste tabi tuttu. Obama ilk döneminde insan hakları ve demokrasi söylemlerinin Amerikan ulusal çıkarlarının önüne geçmemesine (Bush yönetiminin aksine) özen gösterdi. Örneğin 2009’da İran’da Ahmedinejad’ın kazandığı açıklanan seçimler sonrası ‘Yeşil Hareket’e destek vermeyerek daha ‘garantici’ bir politika izleyen Obama, Çin ve Rusya ile ilişkilerinde de insan haklarını gündeme getirmedi. Arap Baharı’yla Amerika’nın on yıllardır iş tuttuğu otoriter liderler devriliyordu ve ABD bir karar vermek zorundaydı. Mübarek’i destekleme refleksi ilk bir iki günde nükseden Obama yönetimi sonunda Mübarek’in gitmesi gerektiğini söylerken Türkiye’den daha geç kalmıştı. Libya’da ‘geriden liderlik’ yapmayı tercih eden Obama yönetimi, uluslararası destekli ve ‘düşük maliyetli’ operasyonun yedi ay sürmesinden endişelenmişti. Suriye konusunda ABD’nin müdahale risklerini bahane ederek pasif kalması da bu çerçevede değerlendirilmeli. Ortadoğu’da yoğurdu üfleyerek yiyen bir ABD yönetimi var karşımızda. Bu tavrın İsrail söz konusu olduğunda geçerli olmadığını savunanlar olabilir ve bu büyük ölçüde doğrudur. Ancak son Gazze krizinde Obama’nın tek başına çözüm üretmekten ve İsrail adına maliyet ödemektense, İsrail’i bölgesel aktörlerle pazarlığa zorlaması, önümüzdeki dönemde Obama’nın İsrail’e desteğinin yeni bölge şartlarını dikkate alan bir yere doğru evrilebileceğinin bir işareti olabilir.
İSRAİL MERKEZLİ ORTADOĞU DÜZENİ
ABD, Ortadoğu’da maliyet ödemekten kaçınan statükocu reflekslerle dolu tavrını ne kadar devam ettirebilir? ‘Yeni bölge kendi düzenini kurup bölgesel gerçekleri küresel aktörlere dayatana kadar’ diyebiliriz. Bu noktada Türkiye ve Mısır gibi düzen kurucu potansiyelleri yüksek aktörlerin istikrar ve barışa dayalı bir bölge için sarfettikleri gayret son derece önemli. Artık eski düzenin devam etmeyeceğini hem ABD hem de İsrail gayet iyi biliyor. Ancak yeni düzenin nasıl şekilleneceği noktasındaki belirsizlik, ABD’nin İsrail politikalarını destekleme geleneğini devam ettirmesini büyük ölçüde maliyetsiz kılıyor.
İsrail açısından asıl korkutucu olan, Amerika’nın Ortadoğu’da İsrail merkezli bir düzen kurma iddiasından vazgeçmesi. Bu iddianın Amerika’ya zarar verdiğini düşünen Obama yönetimi, İsrail’e güvenlik konularında (Demir Kubbe’nin finansmanı, savunmada yüksek teknoloji paylaşımı, İsrail’in kendini savunma hakkı vs.) neredeyse sınırsız destek verirken, İsrail adına siyasi ve askeri bir maliyet ödemekten kaçınıyor. 2012’de Netanyahu ile Obama arasında İran’ın nükleer programı yüzünden yaşanan ve şimdilik Obama lehine sonuçlanan gerginlik de bu dinamiğin bir göstergesi. İran’ın nükleer programı konusunda, ‘hiçbir opsiyonu masadan kaldırmıyorum’ ama ‘beni kendi karar vermediğim bir askeri operasyona da sürükleyemezsin’ diyor ABD İsrail’e. Netanyahu İsrail’in İran’a kendi başına bir operasyon yapabileceğini söylese de, ABD’den yeşil ışık almadan böyle bir operasyona girişmesi oldukça zor görünüyor. Washington’da çoktandır ‘aslında nükleer bir İran’la da yaşanabilir’ tartışmalarının yapılması İsrail yönetiminin Obama’ya güvensizliğinin önemli sebeplerinden biri. İsrail için siyasi maliyet ödemek istemeyen bir ABD’nin yol açtığı endişe, Gazze operasyonunda verilen retorik desteğin yarattığı güvenden çok daha fazla.
Amerikan iç siyasetinde de İsrail’in dış politikadaki merkeziliğinin sorgulanması az rastlanır bir vaka değil artık. Amerikan Savunma Bakanı Panetta’nın 2011’de İsrail’e hitaben ‘oturun şu lanet masaya artık’ deyişi, Amerikan savunma ve güvenlik odaklarının İsrail’in uzlaşmaz tavrından ne kadar rahatsız olduklarını gösteriyordu. General Petraeus’ın da 2010’da İsrail’in politikalarının, Irak, Afganistan ve Pakistan’da savaşan Amerikan askerlerinin güvenliğini tehlikeye attığını söylediği medyada yer almış, Petraeus bu sözlerinin çarpıtıldığını savunmuştu. Öte yandan, Filistin Yönetimi’nin BM’de devlet olarak tanınma girişiminin Amerikan vetosuyla engellenmek zorunda kalması, ABD açısından sembolik de olsa diplomatik bir maliyete tekabül ediyor. Obama’nın İsrail’in işgal altındaki topraklarda yeni yerleşimlerin dondurulması konusunda razı edememesi, Başkan Yardımcısı Biden’ın İsrail ziyareti sırasında yeni yerleşimler açıklanarak gülünç duruma düşürülmesi, Netanyahu’nun 2011’de Obama’yla görüşmesi akabinde Kongre’de defalarca ayakta alkışlanması, Obama’nın en rahat konuşabildiği beş lider arasında Netanyahu yerine Başbakan Erdoğan’ı sayması, Obama’nın hala İsrail’i ziyaret etmemiş olması, Obama yönetiminin Netanyahu hükümetiyle arasındaki derin hoşnutsuzluğun yalnızca birkaç örneği.
Obama’nın Netanyahu yönetimiyle ciddi sorunlar yaşaması, İsrail adına maliyetten kaçınması ve Filistin’deki Betlehem’den ziyade Pennsylvania’daki Betlehem’i dert ediyor olması, ABD’nin İsrail politikasını yapısal bir revizyona tabi tutmasını sağlar mı? Elbette değil. Ancak ABD gibi Ortadoğu’nun son yarım asrına damgasını vuran küresel bir gücün artık bölgeye minimalist bir bakış açısıyla yaklaşmasının hem İsrail hem de yeni kurulacak Ortadoğu düzeni açısından önemli sonuçları olacaktır. Amerika’nın bölgeye ilişkin daha sağlıklı politikalar geliştirmesi ve bunun sonucu olarak İsrail’in de bölgede normalleşmesine yardımcı olması, yeni bölgesel aktörlerin kendi siyasi kaderlerini çizmede gösterdikleri kararlılık ve basiret oranında mümkün olacaktır. Aksi halde İsrail şiddet politikalarını maliyetsiz devam ettirirken, bölgenin karşı-devrimci güçlerine de alan açılacaktır.