PKK ile mücadelenin neredeyse her türlüsünü denedik gibi görünüyor. Silahlı mücadele de verildi. Demokratikleşme de denendi. Kırda da savaşıldı. Şehirde de vuruldu. Ama kabaca bakıldığında bir türlü istenen sonuca ulaşılmadığını düşünüyoruz.
Aslında terör sorununu çözmenin ne demek olduğu ve sorunun ne kadar çözülebileceği ayrıca tartışılabilir. Tartışılması son derece de önemli bir konudur. Belki de iyi bir mücadele stratejisi kurmanın anahtarlarındandır. Terör hangi düzeye indirildiğinde mücadelenin başarılı sayılacağına dair bir kanaatiniz yoksa o düzeye indirmenin araç ve yöntemlerini geliştiremezsiniz. Hatta belli bir düzeye indirseniz bile o düzeyin ne anlam ifade ettiğini doğru tespit edemezsiniz.
Terörün bütünüyle sıfırlanmayacağı fakat belli bir düzeye çekilebileceği gerçeği yeni yeni kavranmaya başlandı. Terörü kökünden çözmek isteyen projelerin eksik kaldığı izlenimi tüm ülkelerin kendi yöntemlerini bu açıdan yeniden gözden geçirmesine neden oluyor. Örneğin Bush döneminde terörü kökünden çözmek için “haçlı seferi” başlatan ABD bugün terörü sıfırlamak yerine diğer teröristlerle savaştırma stratejisine geçmiş durumda. Benzer şekilde Türkiye’de de terörü kökünden çözmek için demokratikleşme ve özgürlük alanlarının genişletilmesi gerektiğine dair yaygın bir kanı vardı. Demokratikleşme süreci işlerin böyle yürümediğini gösterdi. Siz ne kadar barış inşa etmek isterseniz isteyin, her zaman barış istemeyenlerin olabileceğini gördük. Hatta çözüm adı altında yığınak yapıldığına şahit olduk. Çünkü teröristleri motive eden şeyin kimlik kaygısı olmadığı, aksine güç siyaseti çerçevesinde alan kazanmak olduğu ortaya çıktı. Çözüm sürecine zemin oluşturan varsayım insanların kimliklerine dair sorunları çözüldükçe öfkelerinin dineceği ve daha uyumlu hale geleceğine dair inançtı. Fakat aslında insanların teröre öfke veya kimlik arayışı nedeniyle değil imkan buldukları için dahil oldukları bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bugün PKK kendisine Suriye’de böylesi bir geniş alan bulmuşken veya çözüm süreci esnasında hareket alanını genişlettiğine inanırken, yani daha fazla şey elde edebileceğini düşünürken terörü bırakması düşünülemez. Konuyla ilgili yapılan en temel analiz hatalarından birisi budur. Teröristlerin kimlik, öfke veya pozitif bir amaç uğruna şiddete başvurduğu düşünülür. Pek tabii ki teröristler de böyle düşünüyor olabilir. Muhtemelen hiçbir terörist bir hiç uğruna şiddete başvurduğunu söylemez. Ya etnik ya da dini kimliği veya ideolojisi vardır. Ya toprak istiyordur ya özgürlük ya eşitlik ya bağımsızlık ya kardeşlik ya da havalı duran herhangi bir şey. Ya çok haksızlığa uğramıştır ya da çok ezilmiştir. Fakat bunların hepsi onun onurudur. Özü itibarıyla dönüp dolaşıp onuru için savaştığını söylemeyen terörist yoktur. Fakat teröristlerin onurlu bir iş yaptığını gören de olmamıştır.
Teröristlerin uğruna savaştığını söyledikleri kimliklerine faydası da olmaz. Ait oldukları etnik, dini ve mezhepsel gruba hep yük olurlar. Kendi örgüt çıkarları her zaman uğruna savaştıkları kimliklerin önünde gelmiştir. Yine aynı şekilde uğruna savaştıklarını söyledikleri kavramlar da ezberden başka bir şey değildir. Halkların kardeşliğinden demokratik özerkliğe, ne anlama geldiğini ne kendisi ne de liderlerinin anlamadığı bir sürü sloganı hedef zannedebilirler. Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik gibi aslında birbiriyle kavramsal olarak çelişkili birçok ifadeyi arka arkaya büyük bir konfor içinde sıralayabilirler. Çünkü Başkan Kennedy’nin dediği gibi insan çoğunlukla bir şey yapar fakat aslında onu neden yaptığını kendisi de açıklayamaz. Devlet liderleri için böyle olan durum teröristler için daha beterdir. Unuturlar hep. Onların birincil kimliği teröristliktir. İlk hedefleri öldürmektir. Onurları yoktur. Haindirler.
Teröre başvururlar çünkü teröre başvurma imkanına kavuşmuşlardır. Terör için uygun ortam, kaynak ve silah eylem yapmaları için yeterlidir. Sonrası süslemeden ibarettir. Kimlik, onur, öfke ve hedef. Hepsi olabilir. Bir terörist muhtemelen bunların hepsi için savaştığını düşünecektir. Fakat aslında eline silah alabildiği için teröristtir. Uzun yıllar devletin mal, hizmet ve güvenlik götüremediği bir coğrafyada terörün doğması doğaldır. Kimlikle olan ilişkisi bütünüyle rastlantısaldır. Kimlik ne olursa olsun, devlet yoksa otorite yoktur. Otorite yoksa anarşi vardır. Anarşi varsa fırsat vardır. Fırsat varsa terör vardır. O fırsatçı terör kendisine bir gerekçe uydurur. Bu gerekçesi gerçek de olabilir fakat gerekçe hep fırsattan sonra gelir.
PKK İçin Suriye Yeni Bir Fırsat
Bugün PKK fırsatını bulduğu için şiddet eylemlerini artırmak istemektedir. Demokratikleşme sürecini fırsat olarak algılayan bu zihniyet şehirlere yığınak yaptı. HDP’nin yüksek oy almasını tarihi bir fırsat olarak gördüğü için şehir ayaklanması başlatabileceğini düşündü. Teşebbüs ettiği şehir ayaklanması bastırılınca kıra geri döndü. Ve hatta bugün daha büyük bir fırsat olarak gördüğü Suriye’ye doğru kayıyor. Fırsat neredeyse oraya akacaktır. Yıllardır adres o bölge çünkü Kandil en güvenli alan ve en büyük fırsattı. 1991 sonrası Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve çekiç güç sayesinde terörün yükselmiş olması rastlantı değildir. Sonra Kandil’in yine 2003 Irak savaşında tekrar yükselmesi yine tesadüf değildir. Bu teröristlerin Türkiye’ye yönelik öfkesinin tam da bu tarihlerde kabarmış olması çok şaşırtıcı olurdu. Yine bu teröristler sadece bu tarihlerde değil hep onurlu olduklarını iddia edecektir. Bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik sadece bu tarihlerde kıymetli olmamıştır. 1988’de 20 civarında eylem yapan PKK, 1992’de eylem sayısını 320 civarına yükseltmiştir.1995’te ise 30 eyleme düşmüştür. Sonra yıllık ortalama 30 eylem civarında seyretmiştir. Bu sayı Suriye savaşı ile birlikte 140’a çıkmıştır (Bu rakamlar kabaca University of Maryland’in veritabanı olan World Terrorism Database’den alınmıştır).
PKK için Suriye yeni bir fırsattır. Bu nedenle Türkiye yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyadır. Bununla mücadele ederken de kökeninin nerede olduğuna dair kafa karışıklığından kurtulmak gerekir. Terörün kökeni öfke, kimlik ya da siyasal ayrımcılıkta değil otorite boşluğunun doğduğu Suriye’dedir. Bu nedenle Türkiye, PKK ile mücadelesini Suriye’den başlatmak zorundadır.
Türkiye Güneyinde Bir Terör Yapılanmasına Müsaade Etmemeli
Bunun farkında olan Ankara, Suriye’de yeni pozisyonunu buna göre belirlemiş durumdadır. Bir PYD oldu bittisine izin vermemek için her şeyi deneyecektir. Bu çerçevede Suriye’de taraftarı olduğu rejim değişikliğine dair beklentilerini bile erteleyerek bu tehdit algısına odaklanmak durumundadır. Bunu engellemenin yolu ise Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaktır. Eğer o bütünlük korunamayacaksa ikinci seçenek belli bölgelerde PYD’ye ait bir alanın oluşmasını engellemektir. Aksi taktirde Suriye’nin kuzeyinde kurulacak bir terör devleti Türkiye’nin içindeki terörü de besler ve körükler. Bu anlamda yapılan Barzani kıyaslamaları son derece gereksiz ve geçersizdir. Öncelikle PYD, PKK’nın organik devamıdır. Bugünlerde Türkiye ile Barzani’nin birbirine yakınlaşmış olması PYD’nin de benzer bir devletleşme sürecinden geçmesinin zararsız olacağı anlamına gelmez. Bugün dost olan Barzani yarın düşman olur. Bugün düşman olan PKK pek tabii ki yarın da düşman olacaktır. Türkiye’nin sınırlarında irili ufaklı devletler ‒terörle ilişkisini bir kenara bırakın‒ her zaman birer istikrarsızlık kaynağı olacaktır. Bu devletlerin hangi etnik aidiyete ya da mezhepsel gruba dahil olduklarının pek önemi yoktur. Bu devletler birer kırılgan rejime ve başarısız devlete dönüşeceği için istikrarsızlık ve terör kaynağı olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle Türkiye yıllardır bölgesine yapılan müdahalelerin böylesine kırılgan rejimler doğurmasından rahatsızdır. Bu istikrarsızlıklar Türkiye’ye terör olarak dönüş yapmaktadır.
Türkiye her ne pahasına olursa olsun güneyinde bir terör yapılanmasına müsaade edemez. Bunu bir savaş nedeni olarak açıklaması da bundandır. Cerablus Operasyonu da bu amaçla Fırat’ın batısını güvence altına almıştır. Bu hattın daha da derinleşmesi ve genişlemesi gerekecektir. Şimdiden sonra Türkiye için güvenli bölge oluşturmanın adresleri sırasıyla Bab, Menbic ve Afrin’dir. Daha sonra ise Ayn el-Arab, Tel Abyad ve Haseki’dir. Türkiye gerçek anlamda terörle mücadele etmek istiyorsa Fırat’ın batısı gibi doğusunu da güvence altına almalıdır. Asıl hedef bu şehirler ya da koridorlar değil buraları zapt eden silahlı güçlerdir. Düşmanın silahlı güçlerinin yok edilmesi her türlü askeri operasyonun ilk hedefidir. Şehirleri tutmak ‒eğer gerekirse‒ sonraki adımdır. Bu anlamda Türkiye terör güçlerini Fırat’ın doğusunda da vurabilir. Bunu doğrudan kendisi de yapabilir ya da başka güçlere destek de verebilir. Ancak ABD belinin üstüne doğrulana kadar, diğer küresel ve yerel oyuncularla da anlaşarak bunun yapılması gerekir. Oldu bittileri tersine çevirmek için kısa bir süre var. Bu Türkiye’nin milli güvenliğinin varoluşsal meselesidir.
[Kriter, 1 Ekim 2016].