Suriye isyanında muhalefetin henüz silahlanmadığı ve Esad'ın kan dökmeye başladığı ilk aylarda şu tespiti yapmıştık: "Suriye'de sürecin bir kısır döngüye girmesi kuvvetle muhtemeldir. Esad rejimi 2012'de küresel aktörlerin meşguliyetlerine ve kendisine destek veren ülkelere çok fazla anlam yüklemektedir. Bu, Esad'ın isyanı kanlı bir şekilde bastırma arzusunu kabartabilir. Zaman içinde ordu ve rejim çözülecek ama bu sürecin daha da kanlı bir hal almasına yol açacak. Çünkü kopan unsurlar Sünni Arap, kısmen Hıristiyan ve diğer unsurlar olacak. Bu ise rejimin daha fazla mezhepçi ve dar çıkar grubuna dönüşmesini sağlayarak 'keskin inançlılar' güruhunun ortaya çıkmasına yol açacak. Son nokta bir uzlaşma alanında değil, teslimiyete kadar gitmek zorunda kalınan, içerisine vekâlet savaşlarını da çekerek çok kanlı bir sürecin önünü açacak" tespitini yapmıştık. Maalesef bu süreç yaşandı.
18 ay boyunca Suriye'yi kan gölüne çeviren manzaranın baş sorumlusu Esad rejiminden başkası değildir. Önceki cümleyi kurmakta zorlananların neredeyse tamamı bizlere hayatın normal akışında yaşanması imkânsız gelişmelere inanmamızı istiyorlar.Bol dış mihrak, mezhep savaşı, emperyalizm, İsrail, direniş ekseni ve İran başlıklı analizler yapmak yaşanan dramın sorumlusunu ve sebeplerini ortadan kaldırmıyor. Milyonlarca insanı, hiçbir dış mihrak canları pahasına aylarca sokaklara dökemez. Sosyo-ekonomik derin dengesizliğin yarattığı çatışmayı mezhep savaşı parantezine almak, sınıf analizini bir anda unutan sol anakronizmin hoşuna gidebilir ama ikna edici olmaz. Emperyalizmi bağlamından koparıp komplo teorileriyle mücehhez bir şekilde her isyanın karşısına koymak, entelektüel bir ferahlık sağlayabilir ama ahlaki sorumluluğu ortadan kaldırmaz. İsrail'i bölgedeki isyan dalgasının arkasına yerleştirmeye çalışmak sağcı zihinsel bir körlükten başka bir şey üretmez. Hamas'ın isyanın yanında yer aldığı bir denklemde hâlâ direniş ekseninden bahsetmek sadece trajik bir düzey ortaya çıkarır. Suriye'de zaman içinde bölgesel dinamiklerin ve dış faktörlerin de sürece dahil olması bu manzarayı değiştirmemektedir. Çünkü tamamı sebeplerin değil sonuçların birer cüzüdür. Bütün bu analiz ve yaklaşım tarzları bu paragrafın başındaki cümleyle yaşadıkları derin varoluşsal kavganın birer ürünüdür.
Türkiye Suriye krizinin bidayetinden bu yana yaşananların baş sorumlusunun Baas rejimi olduğu gerçeğiyle en açık şekilde yüzleşmeyi başarmıştır. Bunu yaparken de yıllarca yatırım yaptığı, ilişkilerini normalleştirdiği, uluslararası camiada belli bir meşruiyet şemsiyesi inşa ettiği Suriye ve bölgesel/küresel dinamiklerle karşı karşıya geleceğini bilerek adım atmıştır.Suriye üzerinden, aynı anda hareket halinde olan onlarca siyasi, sosyal ve jeopolitik dinamiği unutup, yaşanan her gelişme sonrası Türk dış politikasının iflasını ilan edenler, her seferinde süreci biraz daha kontrolüne alan Türkiye gerçeğiyle karşı karşıya kaldılar.Şu an Suriye'de bir devletten bahsetmek mümkün değildir. Baas rejiminden geriye kalan İran ve Rusya destekli çekirdek güvenlik aparatı ve onun sosyo-ekonomik tabanından ibarettir. Bu ise endişelenmek için yeterli bir durumdur.
BAAS REJİMİ VE GÜVENLİK RİSKLERİ
Baas rejimi gelinen nokta itibariyle en tehlikeli ve güvenlik riski oluşturacak faza girmiştir. Kaybedecek fazlaca bir şeyi olmadığı gibi, kazanma ihtimali de kalmamıştır.Böylesi bir denklem içinde hareket eden Baas rejiminin ateşini Türkiye'ye birkaç top mermisi nispetinde de olsa taşıması şaşırılacak bir durum değildir. "Baas rejimi-Suriye halkı" savaşından çıkıp "Türkiye-Suriye" ya da "Türkiye bölgesel aktörler" gerilimini doğurmak her şart altında Esad rejiminin arzulayacağı bir denklem olacaktır.
Türkiye'nin Suriye'de böylesi bir denkleme Esad rejimi üzerinden kaba bir şekilde girmesi elbette düşünülemez. Ancak Türkiye her türlü güvenlik riskine hazırlıklı olmalıdır. Suriye'de kanlı süreç ne kadar hızla bitirilirse güvenlik riski o kadar yönetilebilir olacaktır. Bu anlamda, Türkiye, bölgesel aktörlere de Suriye kaynaklı oluşabilecek güvenlik risklerinin kazaen gerçekleştiğini kabul etmeyeceğini en açık şekilde ilan etmelidir.
Türkiye'nin Suriye'ye yönelik bir tezkereyi meclisten çıkarmış olması bu aşamada oldukça yerinde bir güvenlik önlemi artırımı olmuştur. Türkiye Baas rejiminin kontrolü kaybetmesine paralel olarak kademeli bir şekilde güvenlik hassasiyetini artırmalıdır.Tezkerenin ilk anda Suriye'ye askeri müdahale anlamına gelmediği aşikârdır. Güvenlik krizi büyüdükçe tampon bölge tartışması gündeme oturabilir. Bu noktada muhtemelen tezkerenin kullanılması tartışılacaktır. Son 30 yılda Balkanlar, Irak ve Afganistan tecrübesine bakıldığında, "tampon bölgelerin" kanın akmasını kısmen ve kısa süreli olarak engellediği, ancak etkili sonuçlara ulaşmanın büyük ölçüde yerel unsurların güçlü oluşuna bağlı olduğu görülecektir.Suriye'de halihazırda de facto Halep-İdlib hattında geçişken bir tampon bölgeden bahsedilebilir. Bu bölgede rejim büyük ölçüde kontrolü kaybetmiş ama çatışmaya devam etmektedir.Süreç içinde muhalefet bu hatta kontrolü daha da güçlendirirse "tampon bölge", "insani yardım koridoru" ve hepsinden önemlisi bir süre sonra yönetilmesi çok zorlaşacak olan mülteci kampları sorunu bu bölge içinde düşünülebilir. Türkiye kendisine doğrudan bir tehdit gelmediği ve uluslararası kurumlar Baas rejimi lehine hareketsiz kaldığı sürece "tampon bölge" oluşturulmasını Suriye muhalefetine bırakmalıdır.
Yukarıdaki iyimser senaryo elbette Baas rejiminin provokatif adımlarıyla bambaşka bir yere taşınabilir. Türkiye'nin Akçakale'de gösterdiği hızda Suriye güvenlik risklerini karşılamaya devam etmesi, Baas rejimi ve Suriye muhalefeti açısından yeni bir atmosferin inşa edilmesine yol açtı.Bundan sonra Türkiye aynı hızla hem Mısır-Türkiye -İran - Suud platformunu (netice alınsın veya alınmasın) bu ay içinde daha aktif hale getirmeli hem de gelecek hafta Türkiye'ye gelecek olan Rusya lideri Putin'i gerek Türkiye adına gerekse de platform adına bir karara davet etmelidir.