Birbiri ardına gelen haberler Körfez ülkelerini uluslararası siyasetin gündeminde üst sıralara taşıdı. Önce Katar krizi daha sonra ise Suudi Arabistan’da yaşanan veliaht değişimi oldukça mühim gelişmeler olarak karşımıza çıktı. Bölgedeki süren belirsizliğin üzerine gelen bu olaylar Körfez ülkelerinin uzun müddettir yaşadıkları problemler açısından kritik değere sahip. Zira hem Katar’a yönelik baskının istenilen gibi sonuç doğurmaması hem de Suudi kraliyet ailesi içerisinde farklı gündemlerin de olduğunun ortaya çıkması bu bakımından dikkat çekici. Henüz bu yaşananların tam olarak nasıl bir değişime tekabül edeceğine yönelik çok net bir resim ortaya konabilmiş değil.
Ortadoğu’nun 11 Eylül sonrası içerisine girdiği kaos ortamı her geçen gün yeni bir krizle tanışmakta ve gerilim alanları sürekli olarak genişlemektedir. Bölgede fay hatları o denli zayıf ve kırılgan olarak dizayn edilmiş ki sorun üretmek sıradan bir hamle ile gayet mümkün. Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeler açısından ise hem kendi içlerinde hem de birbirleri arasında halihazırda temel üç gerilim alanı bulunduğunu söylemek mümkün. Devlet ile toplum arasında yaşanan ayrışmalar, kraliyet ailelerinde torunlar dönemi olarak adlandırılan süreçlerin başlaması ve bölgesel politikalarda sergilenen farklı duruşlar, Körfez ülkelerinin temel problemleri. Bu açıdan Körfez ülkelerinin temel dinamiklerine bakmak ve küresel aktörlerin bölgedeki muhtemel adımlarına odaklanmak Körfez’in geleceği ve stratejik hesapları anlamamıza olanak sağlayacaktır.
İddialı dış politika
Körfez ülkelerini bölgede yürüttükleri politikalar bağlamında iddialı olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırmak mümkün. Bölgede yaşanan gelişmeler ışığında bu ülkelerin dış politika davranışlarına bakıldığında çok net bir şekilde bu ayrım yapılabilir. Umman, Bahreyn ve Kuveyt bölgesel meselelerle ilgili güçlü bir inisiyatif ortaya koymayan ve genellikle arabuluculuk faaliyetleri içerisinde olan iddiasız ülkeler olarak tanımlanabilir. Diğer taraftan ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar bölge üzerinde etkili olmaya, diğer ülkeler nezdinde nüfuz sahibi olarak kendilerine alan açmayı ve en önemlisi güvenlik risklerini sınırlarının ötesinde durdurmayı hedeflemektedirler. Dolayısıyla ölçek ve kapasiteleri nispetinde bölgeyi şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Bölgede iddia sahibi olmaya çalışan bu üç Körfez ülkesi de kendi içerisinde korumacı ve değişimci olarak tasnif edilebilir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri rejim güvenliği başta olmak üzere gerek bölgede gerekse de ülke içerisindeki oluşabilecek alternatif siyasi oluşumlara karşı oldukça sert bir tavır sergilemektedirler. Soğuk Savaş dönemi boyunca ve Arap Baharı sürecinde yaşanan gelişmelere bakıldığında özellikle Riyad yönetiminin korumacı refleksleri rahatlıkla görülebilir. Elbette burada herhangi bir rakip ülkenin sinir uçlarına dokunmak için muhalif hareketlere alan açılmasını parantez içerisine alarak bu tespiti yapıyoruz.
Buna mukabil Katar ise hem Körfez içerisinde küçük bir aktör olmaktan kurtulmak hem de kendi ayakları üzerinde durabilmek adına bölgede değişimi önceleyen bir dış politikaya sahiptir. Katar’ın gerek Körfez ülkeleri içerisinde gerekse de bölgesel politikalar konusunda Arap Baharı öncesine uzanan farklı bir duruşu vardı. Özgün olmak ve Suudi Arabistan tahakkümünde hareket etmek istemeyen Doha yönetimi kendi inisiyatifleri dahilinde hareket etmeye özen göstermektedir. Arap Baharı sürecinde ise bu yaklaşım farklılığı özellikle Müslüman Kardeşler ve Mısır konusunda yaşanmıştı.
Dolayısıyla korumacı/değişimci uçlar üzerinde pozisyonlarını tahkim etmeye çalışan bu ülkeler bölgesel meselelerde sık sık ayrı noktalara düşmekte ve farklı politikalar sebebiyle sorunlar yaşamaktadırlar. Bu açıdan son Katar krizi tam da bu sebeple Körfez İşbirliği Konseyi içerisinde alternatif seslerin olmasının önüne geçilmesi adına yapılan bir hamleydi. Son dönemde İran’a karşı oluşturulmaya çalışılan yeni pozisyona yönelik Katar üzerindeki şüphelerburadaki temel tetikleyici dinamiktir. Söz konusu iddialar bu şüphelerin artmasını ve Katar ile yukarıda bahsedilen ülkeler arasında gerilimin oluşmasında ve diplomatik ilişkilerin kesilmesinde belirleyici bir faktördür.
Yeni nesil siyaset
Körfez ülkelerinde yaşanan bir diğer gerilim kaynağını kraliyet aileleri içerisinde yaşanan iktidar mücadeleleri oluşturmaktadır. Katar’da zaten Şeyh Temim bin Hamad el Tani 33 yaşında tahta geçmişti. Suudi Arabistan’da ise Kral Selman’ın tahta geçmesi ve 2015 yılında prens Mukrin’in veliahtlıktan azledilmesi sonrası tahtın yeni varisinin Kral Abdülaziz’in torunlarından olması kesinleşmişti. Muhammed bin Nayef birinci veliaht ve Kral Selman’ın oğlu Muhammed bin Selman ikinci veliaht olarak ilan edilmişti. Bu hafta içerisinde yapılan açıklama ile de Nayef’in azledildiğini ve Muhammed bin Selman’ın I. veliaht olarak ilan edildiği duyuruldu. Yeni veliaht henüz 31 yaşında ve Suudi Arabistan’da tahta geçmese de idareyi fiilen yürütecek isim olarak lanse ediliyor. Benzer şekilde yeni atanan İçişleri Bakanı Prens Abdülaziz bin Suud bin Nayef ise 34 yaşında. Peki, bu değişimler sadece yönetimde bir gençleşme hareketi mi yoksa stratejik hesapların bir parçası mı?
Muhammed bin Nayef uzun süredir Suudi Arabistan güvenlik bürokrasisinin başındaki isimlerden biri olarak ABD ve İngiltere ile yakın ilişkilere sahip bir kişilikti. Terörle mücadele bağlamında ABD’den defalarca övgüler aldığı sıklıkla duyulmaktaydı. Görevden azledilmesi farklı senaryolarla izah edilebilir. Katar meselesi sebebiyle Riyad yönetiminin ABD’nin müesses nizamına olan kızgınlığının bir yansıması olarak görülebilir. Zira ABD’de Başkan ve kurumların farklı pozisyonlara sahip olduğu gün gibi aşikar. Başkan Trump’ın yeni veliaht ile yakın irtibatı da göz önünde bulundurulduğunda böyle bir ayrım mümkün. Bu açıdan ABD içerisindeki görüş farklılıkları Riyad’daki taht oyunlarını da etkileyebilir.
Devlet – toplum gerilimi
BAE’nin yeni veliaht ile yakın ilişkileri ve benzer bölgesel vizyona sahip olmaları ise bir diğer dikkat çekici unsurdur. Genç yaştaki veliahtın uzun yıllar boyunca ülkesini idare edeceği ihtimali ve bölgesel meseleler ile ilgili saldırgan bir yöntem benimsediğini Yemen müdahalesi ile göstermesi aranan aday profilini fazlasıyla karşılamaktadır. Öte yandan ABD’nin Körfez ülkeleri üzerindeki etkisi oldukça fazla ve Başkan Trump’ın ilk yurt dışı gezisini Suudi Arabistan’a yapması tarihi bir dönüm noktası olarak görüldü. Başkan Obama döneminde ABD-Körfez ilişkileri tarihinin en kötü dönemini yaşadı ve Nükleer Anlaşmayla İran’a bölgede açılan alanın oluşturduğu güvenlik bunalımı Körfez ülkelerini oldukça sarstı. Dolayısıyla Başkan Trump’ın ziyaretinin ardından kraliyette böyle bir değişimin yaşanması ve yeni veliahtın uygun profili ‘İran’ın bölge ülkeleri tarafından sınırlandırılması’ ihtimalini daha da güçlendiriyor. Ancak yukarıda belirtildiği üzere ABD kurumlarının Başkan ile aynı stratejiyi benimsememe ihtimali oldukça yüksek. Nihai olarak yeni jenerasyon ile birlikte Suudi Arabistan ve BAE’de daha saldırgan ve müdahaleci tonun görülmesi muhtemeldir. Hatta aynı idealleri paylaşan diğer Körfez ülkeleri veliahtlarının iş başına getirilmesi yönünde bir hedefin olduğu da söylenebilir.
Körfez ülkeleri açısından bir başka endişe kaynağını oluşturan faktör ise toplumsal dinamiklerdir. Her ne kadar Arap Baharı sürecinde Bahreyn haricinde çok ciddi bir kriz yaşayan Körfez ülkesi olmasa da toplumsal taleplerin tamamen giderildiğini söylemek oldukça zor. İhvan meselesi ve siyasal muhalefet ile ilgili yüksek kaygı halihazırda en ciddi güvenlik problemlerinden biri olarak görülmektedir. Körfez ülkelerinde rejim güvenliği ve ulusal güvenlik iç içe geçmiştir. Dolayısıyla her siyasal talep ve değişim isteği etkisini artırmadan bastırılmak istenmektedir. Bu açıdan Körfez İşbirliği Konseyi içerisinde eşgüdüm içerisinde olunması, tehditlere karşı yekpare bir şekilde cevap üretilmesi ve Körfez içerisinde muhalif damarlara alan açılmaması zorunluluk olarak görülmektedir. Aksi takdirde Körfez’de ortaya çıkabilecek herhangi bir yönetim modelinin sadece o ülke içerisinde mahpus kalmasının neredeyse imkansız olduğu herkesin malumudur.
Bununla birlikte Körfez’de Şii nüfusa sahip olan ülkelerde yaşanan problemlerin mezhebi gerilimlere yol açması, muhalif İslami hareketlerin terörist olarak ilan edilip daha radikal akımlara savrulma potansiyeli ve sosyo-ekonomik temelli sorunların gittikçe fazlalaştığını söylemek mümkündür. Genç kuşak siyasetçilerin idareyi ele almasıyla toplumsal reaksiyonların azalacağını ve bölgesel meselelerde faklı tedbirlerin ortaya konabileceğini veyahut Katar gibi ülkeleri tahakküm altına alınarak ortak bir Körfez politikası oluşturmanın mümkün olduğunu düşünmek en hafif tabiriyle iyimserliktir.
Körfez’de bu üç gerilim alanıyla ilgili yaşanabilecek her kırılma oldukça derin sorunların oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Yapılması gereken daha fazla ayrışma meydana getirmek yerine ihtilafları gidermek ve Körfez’in birliğinin ve bütünlüğünün sağlanmasıdır. Aksi takdirde dış kaynaklı güvenlik teminatları çok kısa bir süre sonra Körfez’den çekilecektir.
[Star Açık Görüş, 25 Haziran 2017].