2018 seçimleri Türkiye'yi kimin yöneteceğine dair bir halk oylamasından çok daha fazla bir içeriğe sahip. Bu seçimlerde Tanzimat'tan beri Türkiye'de varolagelen siyasal paradigmalar karşı karşıya gelecek. Bu karşılaşmayı seçim söylemleri ve vaatleri ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı bütün muhalefetin çeşitli araçlarla sürdürdüğü bloklaşma üzerinden okumak mümkün.
Türkiye'nin kim tarafından ve nasıl yönetileceği meselesi, siyasi partileri aşan bir mücadelenin temel sorusu olageldi. Cumhuriyet sonrasında oluşturulan müesses nizam ve ortalama olarak on yılda bir askeri darbelerle yeniden güncellenmesi, Türkiye'nin dünya siyasetinde tuttuğu konumu belirlemeye yönelik hamlelerdi. Bu hamleler aynı zamanda geniş kitlelerin siyaset dışında tutulmasını da içermekteydi.
Türkiye'nin nasıl yönetileceği sorusu 2002 sonrasında da karşımıza farklı formlarda çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyaseti kamuoyunun önünde yürütme tarzı bu duruma şahit olunmasını sağlayan temel bir faktör oldu. Kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar ve millete rağmen varılan mutabakatları Erdoğan kamuoyunun önüne taşıyarak ifşa etti. İfşa ettikçe kitleleri arkasına aldı.
2002'de iktidara gelir gelmez atılan manşetler, orduyu harekete geçirme çabaları ve toplumsal bir karşı dinamizm yaratma çabaları tam da seçim sonuçlarına rağmen AK Parti'nin Türkiye'yi yönetme iradesine yönelik bir müdahaleydi. AK Parti seçimlerden galip gelmişti ancak nasıl bir yönetim sergileyeceğine kendisi karar veremezdi. Cumhuriyet yürüyüşleri, manşetler üzerinden "genç subaylara" yapılan çağrılar, bürokrasinin mobilizasyonu ve CHP'nin sayısal hafifliğine rağmen siyasal ağırlığını hatırlatma cüretkarlığını göstermesi tam da tarihsel mücadelenin geldiği kavşağı hatırlatması açısından önemliydi.
Bu sahne bugün Cumhurbaşkanlığı adayları ve partiler arası ittifak pazarlıklarını da yansıtmakta. 2018 seçimlerine giderken muhalefet partilerinin aralarındaki ideolojimsi farklılıkları hiçe sayarak Cumhurbaşkanı Erdoğan karşısında bloklaşma çabaları bu tarihsel perspektiften bağımsız değil. Muhalif kesimleri bir araya getiren şey, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'yi dünya siyasetinde bir omurga sahibi kılma iddiasına karşın birleştikleri tezlerdir. Bunu anlamak için savundukları söylemlere bir göz atmak yeterli. Dikkat edilirse en fazla yoğunlaştıkları iki alan, Cumhurbaşkanlığı sisteminin iptali ve dış politikada geri adım atmaktır. Halkoylaması ile geçerlilik kazanan cumhurbaşkanlığı sisteminin iptal edilerek askeri/bürokratik vesayete geri dönülmesi için bu kadar ısrar etmelerinin temel sebebi sandığa her gömülüşlerinde tarihsel imtiyazlarını koruyacak yapıların ilelebet garanti altına alınmasıdır. FETÖ ile mücadeleyi sorunsallaştırmaları da, sahip oldukları bir aracı korumaya yönelik basit bir reflekstir. Dış politikada ise Türkiye'yi Amerikan stratejisinin bir vidası haline getirmektir. Bir başka deyişle Türkiye'yi doksanlı yıllara geri çekmektir. Dolayısıyla muhalefetin bir tür gericiliğe savrulduğunu söylemek hiç de zor değildir.
Kısacası 24 Haziran'da siyasi paradigmaların karşı karşıya geleceğini söylemek zor değil. Bir yanda milli iradeye dayanan ve Türkiye'yi dünya siyasetinde bir varlık sahibi kılma iddiasındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan olacak. En büyük sermayesi ve avantajı da bu iddiayı yüksek sesle dillendiriyor olması. Bir başka deyişle sahiciliğidir. Karşısında ise Türkiye'yi doksanlı yıllara geri götürmek iddiasında olan bir muhalefet adayı. Bu adayın kim olacağını henüz bilmiyoruz. İsim çok da önemli değil aslında. Muhafazakar/dindar bir figür olması ile din karşıtlığıyla maruf bir isim olması arasında çok da bir fark yoktur. İsmi ve cismi ne olursa olsun, kendisine belirlenen çerçevenin dışına çıkamayacaktır.
[Fikriyat, 30 Nisan 2018].