Bütün sorunlarımızın kaynağına modernleşme meselesini yerleştirmek elbette bir abartı. Fakat, bugün tanıklık ettiğimiz en sıcak meselelerin birçoğu modernleşme serüvenimizle birebir alakalı. İçinde teneffüs ettiğimiz çağdaş Türkiye siyaseti, Türkiye toplumunun ve devletinin maruz kaldığı modernleşme sancısıyla malül durumda. Modernlik, kurum ve fikirler yanında meslekleri de yeni bir formata soktu, standardize etti. Bürokrasi modernliğin siyasal aklın kurumsallaştırmayı esas alan, “yenilik karşıtı” bir keşfi olarak gün yüzüne çıktı. Bürokratik kültürün farklı siyasal coğrafyalardaki farklı modernleşme tahayyülleri doğrudan siyasetin biçim ve içeriğine etki etti.
Bugün Gülen hareketi, paralel yapı, emniyet mensuplarının tutuklanmaları vb. birçok sıcak konuyu tartışıyoruz. Esasında bu tartıştığımız konular, Türkiye’nin modernleşme kültürüyle irtibatlandırıldığında daha anlamlı bir çerçeve içerisine oturtulabilir.
İster bir program, ister bir proje, ister bir toplumsal formasyon, ister bir ideal, ister bir ütopya, isterse bir süreç olarak ele alalım modernleşme bir meta-kavram. Her meta kavram gibi, gerçeklikle bağı her zaman tartışma konusu olmuş bir kavram. Fakat ulus-devletle birlikte oluşan siyasal, ekonomik ve toplumsal düzenin en merkezi kavramlarından biri olan modernleşme, Weberyen anlamda bir ideal-tip olarak bizimle yaşamaya devam ediyor ve biz kendisine referansla bir dizi durum, süreç, program ve projeyi izah etmeye çalışıyoruz.
Modernleşme en temelde değişime ilişkin bir kavram; modernliğe yönelik bir değişim. Bu nedenle Alan Touraine, modernleşmeyi, eylem halindeki modernlik olarak tanımlar. Bu değişim süreci, bir yandan toplumsal ve bireysel düzeylerde farklılaşmaları beraberinde getirirken, diğer yandan bir dizi kurumlaşma pratiği ile birlikte ilerler. Modernleşme, bu yönüyle farklılaşma ve kurumsallaşmanın birlikte ilerlemesidir. Modernleşme süreci, bilimsel, endüstriyel, siyasal ve kültürel alanlarda yaşanan dönüşümleri ve yeni kurumlaşma tarzlarını içerir.
Anthony Smith modernleşmenin 3 türünden bahseder.
1. Bir toplumsal değişme süreci olarak modernleşme.
2. Rönesans ve Reforma geri götürülen laikleşme ve kapitalizmin doğuşu ile ayırt edilen tarihsel bir deneyim tarzı olarak modernleşme.
3. Gelişmekte olan ülkelerin liderleri ve elitlerince izlenen bir dizi politikayı niteleyen bir kavram olarak modernleşme.
İlk iki başlığı esas alacak olursak, Modernleşme esasında Batılı bir tarihsel duruma işaret eder. Burada esas olan Coğrafi Keşiflerden sonra oluşan dünya düzeni içerisinde Batılıların bilimsel, endüstriyel, siyasal ve kültürel alanlardaki yenileşme gayretlerinin kurumsallaşmasıdır. Üçüncü başlık ise, tam da Türkiye’nin, Mısır’ın ya da İran’ın modernleşmesi hakkında konuşulurken ilk akla gelen konudur.
Türkiye’den baktığımızda birinci durum geçerli değildi. İkinci durum arzulanıyordu. Üçüncü durum ise deneyimleniyordu. Türkiye’de Modernleşme, bir toplumsal değişim süreci olmadı. Bir laikleşme ve kapitalistleşme sürecinin yaşanması arzulanıyordu. Ülkenin elitleri ve liderlerinin politika ve söylemlerinde modernleşme bir hedef olarak öne çıkıyordu.
Bu durum ilk defa 2000 sonrasında farklı bir boyut kazandı. Türkiye’de ilk defa bir toplumsal değişim süreci olarak deneyimlendi modernleşme. Ve aynı zamanda yeni bir tür kapitalistleşme olarak. Şimdi ise, öyle anlaşılıyor ki yeni bir laikleşme tartışması başlayacak. Bütün bunları herhangi bir değer atfederek de söylemiyorum, süreç böyle işliyor. Bu sürece ayak uyduramayanlar açısından ise mesele, bir iktidarı hatta onun başındaki lideri devirmek. O kadar da sığ bakıyorlar meseleye.
Yeni bir modernleşme kültürü ile karşı karşıyayız ve Türkiye’deki bürokratik modernleşme çizgisi buna direniyor. Söz konusu bürokratik modernleşme çizgisinin temel özelliklerini bir sonraki yazımda tartışmaya çalışacağım. Ki, böylelikle bugün bazı bürokratların ellerindeki “mesleki kuşatma aygıtları”nın ne tür bir zihinsel arka plana yaslandığı bir nebze de olsa gün yüzüne çıksın.