ABD dış politikasının darbelerle ilişkisi her zaman sorunlu ve bol soru işaretli bir mevzu olagelmiştir. Özellikle Ortadoğu ve Latin Amerika’daki darbeler ile ABD yönetiminin ilişkisi şimdiye kadar araştırmacı gazetecilerden akademisyenlere, siyasetçilerden yönetmenlere kadar birçok kişinin ilgi alanına girdi. Türkiye’deki darbelerle de ABD’nin ilişkisi çok farklı olmadı. 1960 ile ilgili soru işaretleri sürerken 1980 darbesiyle ilgili ilişki daha da açık bir biçimde konuşulmaya başladı. 1980 darbesinin generali Kenan Evren’in darbeden 20 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı General Haig’in yaptığı bir gezi sırasında kendisine askerin neden bu kadar geç kaldığını sorduğunu söylemesi kimseyi çok fazla şaşırtmamıştı. Elbette 1980 darbesi ve sonrasında ortaya çıkan cunta yönetimi, yapmış olduğu tüm hak ihlallerine rağmen küresel anlamda Soğuk Savaş atmosferinin altı çizilerek meşrulaştırılmaya çalışıldı. Tıpkı başta Şili olmak üzere birçok Latin Amerika ülkesinde yapıldığı gibi. ABD için konu ülkenin ne şekilde yönetilmesinden daha çok ülkenin dış politika oryantasyonunun ABD’nin küresel politikalarıyla uyuşması ile ilgiliydi. Daha sonraları dönemin üst düzey ABD yöneticileri yaptıkları açıklamalarda Türkiye’nin yaşadığı iç savaş atmosferinin sona ermesi ve yeniden “istikrara” kavuşmasının bölgesel ve uluslararası güvenlik için ne derecede önemli olduğunun altını çizdi zaten.
Darbelere ve askeri müdahalelere ABD yönetiminin bakışı Soğuk Savaş sonrasında da çok fazla değişiklik göstermedi. Literatüre bizzat darbe yapıcıların ağzından “postmodern darbe” olarak geçen 28 Şubat sürecinde de ABD ve Batı dünyası kendinden beklenilen prensipli duruşu gösteremedi. Askerin yargı ve medyanın da desteğiyle demokratik olarak seçilmiş bir iktidarı istifaya zorlaması ve sonrasında Milli Güvenlik Konseyi (MGK) marifetiyle yasalarda yaptığı baskıcı değişiklik çok ciddi eleştiri veya tepki görmedi. Dahası bazı kesimlerde askerlerle ilgili yine, “Nerede kaldınız?” tonu hakimdi. Bu durum darbeciler açısından dış meşruiyet anlamına geliyordu ve bundan gerek ABD gerekse Avrupa ülkeleri tamamen haberdardı.
Türk kamuoyu bu darbeler sırasında Türkiye’nin müttefiklerinin aldığı tavrı hiç unutmadı. Kamuoyunda yaygın olarak görülen darbelerin ABD tarafından yapıldığı düşüncesinin temeli de darbeler karşısında gösterilen bu tepkisizlik ve eylemsizlikti. Buna sonraları ortaya çıkan sessiz destek yönündeki bilgiler de karışınca o zamana kadar komplo teorisi olarak gülüp geçilen bu düşünceler artık kendine sağlam bir zemin ve tanıklar da bulmuş oldu. Bu noktada elbette ABD yönetimi de mesele asker-sivil ilişkileri olduğunda bu komplolar için elinden gelen desteği sağladı. Son olarak Mısır darbesi sırasında ABD yönetiminin darbeye darbe dememesi ya da diyememesi sırasında oluşan trajik durum ve sonrasında ABD Dışişleri Bakanının Mısır’da askerin demokrasiyi restore ettiğini söylemesi bu tip senaryolara hiç iş bırakmadı. Günümüz dünyasında herkes bu duruşu ve tutumu Musaddık olayında olduğu gibi arşivlerin açılmasına veya 80 darbesindeki gibi başroldekilerin itiraflarına gerek kalmadan gördü.
ABD’nin Darbe Girişimi Karşısında Tutumu
15 Temmuz günü bir grup askerin ordu içinde başlattığı kalkışma ve darbe girişimi aslında toplumsal hafızada yer eden bu görüşü ortadan kaldırmak ve ABD’nin darbeler konusunda gösterdiği -kendine de oldukça zarar veren- imajı değiştirmek için önemli bir fırsat sunuyordu. Darbe girişiminin birkaç ay öncesinden itibaren ABD’deki Türkiye uzmanları farklı sebeplere dayanarak Türkiye’de askerin yeniden daha etkili olacağı hatta iktidara karşı bir darbe girişiminde bulunabileceği bir dönemin yaklaşmakta olduğu yolunda bazı spekülasyonlara başlamıştı. ABD ile Türkiye’nin ilişkilerinde yaşadığı her gerginlik ve siyasi anlaşmazlıkta bazıları bu konuda askerin ne düşündüğü sorusunu sorarak bu ihtimali biraz da olsa sıcak tutmaya çalışıyordu. AK Parti döneminde yapılan reformlar sayesinde hukuki ve siyasi anlamda asker-siyaset ilişkisi demokratik standartlara çekilmişse de askerin özellikle güvenlik sahasında elinde bulundurduğu tekel ve güvenlik sektöründe sivilleşmenin yeterince gerçekleşmemiş oluşu bu durumu daha canlı tutuyordu.
Ancak bu analizlerin hiçbiri özellikle 17 Aralık süreci sonrası baş gösteren ve Paralel Devlet Yapılanması (PDY) olarak telaffuz edilen yapıya yakın ve sadık isimlerin bu gibi bir harekete kalkışabileceği ihtimali üzerinde durmadı. Dahası hükümetin bu konuda algıladığı tehdit birçokları tarafından pek de dikkate alınmadı. Hükümete yakın isimlerin bu konuda ifade ettikleri çoğu zaman suni bir tehdit algısı olarak yorumlandı.
15 Temmuz akşamı yaşananlar bu tehdidin gerçekliğini ortaya koyarken, darbenin gerçekleşmekte olduğu saatlerde gözler yine ABD yönetiminin bu konuda ortaya koyacağı tutuma döndü. Demokrasi ve insan hakları konusunda son yıllarda Türkiye’ye oldukça sık eleştiride bulunan ABD’nin Mısır’da verdiği kötü sınavdan sonra Ortadoğu’da da birçokları ABD’nin takınacağı tavra yoğunlaşmıştı. Bu sırada ABD Dışişleri Bakanının Türkiye’de yaşanmakta olanlara dair kendisine sorulan bir soruya demokratik süreç ve kurumlar yerine barış, devamlılık ve istikrar merkezli verdiği cevap herkesi şaşırttı. Meydana gelmekte olan iç savaş veya siyasi kriz değil bir askeri darbeydi. Askeri darbeler sırasında verilen istikrar ve devamlılık mesajlarının hangi anlama geldiğini az çok herkes biliyordu. ABD İle Güven Problemi
Kim ne derse desin henüz çok erken saatte yapılan bu açıklama darbecilere destek manasına gelmişti. Bu açıklamadan sonra oluşan tepkiler bir süre cevapsız kaldı. Gece yarısından birkaç saat sonra artık darbecilerin momentumu iyice kırıldığında Beyaz Saray’ın demokrasi vurgulu açıklaması bir önceki açıklamanın oluşturduğu hasarın tamiri olarak algılandı. Bu sırada elbette ABD medyasında bazı isimlerin darbe başarılı olmuşçasına yorumlarda bulunması, askerin hangi sebeplerle müdahalede bulunduğunu anlatıp darbeyi meşrulaştırmaya çalışması ve tıpkı bundan önceki bir darbedeki ses tonuyla, “Bizim çocuklar başardı” havasına girilmesi meseleyi ABD dışından takip edenleri oldukça şaşırttı. Her ne kadar ABD medyasının tamamına hakim olmasa da bu tonun varlığı ve bu isimlerin mal bulmuş mağribi gibi televizyon kanallarına koşup strateji konuşurmuş gibi yaparak sunduğu fırsatçılık, siyasi analiz yaparmış gibi sergilediği İslamofobi ve demokratik değerlere vurgu yapmış izlenimi verip gösterdiği ideolojik tutum derin bir iz bıraktı.
Büyük zorluklarla ve halkın gösterdiği fedakarlıkla engellenen darbe girişimi bu noktada ABD yönetimi ile Türk halkı arasındaki güven probleminin daha da derinleşmesine sebebiyet verdi. Müttefik olmanın anlamı bir süredir ABD’nin YPG konusundaki yaklaşımı sebebiyle oldukça ciddi bir şekilde tartışılmaya başlamıştı. Türkiye’nin tehdit algılaması ve ulusal güvenlik endişeleri konusunda oldukça kayıtsız davranan ABD yönetimi PKK’nın Türkiye’deki saldırıları sonrasında Türk halkının tepkisini çekmişti. Şimdi ise darbe konusunda gösterilen tepkinin doğası ile bu durum yeni bir boyut kazandı. Önümüzdeki günlerde bu konu farklı bir boyutta tartışılmaya devam edecek. Darbe girişimi sonrasında darbenin sorumluları soruşturulurken meseleye ABD’nin yaklaşımı ve Türkiye’ye yapılan hak ve özgürlükler uyarısı bu konuda birinci hasarı oluşturdu. Bundan sonraki süreçte özellikle darbe sorumlularının ABD’de yaşamakta olan bağlantıları konusunda yapılacak girişimlere ABD’nin göstereceği tavır ikinci önemli boyutu oluşturacak. Bu noktada müttefik olmak yeniden tanımlanacak. İkili ilişkilerde ya yeni krizler ya da yeni imkanlar oluşacak.
[Kriter, 1 Ağustos 2016].