Medya ile aynı düzlem ve ortamlarda yer alan aktörler ve kurumlar arasındaki ilişkileri kıyaslamak çoğu zaman yine medyanın mecra olarak kullanıldığı bir tartışma biçimini kabullenmek anlamına geliyor. Medyayı anlamaya çalışmak ya da tartışmak en başından ona bir enstrüman olarak başvurmayı zorunlu hale getirdiği için hem bir paradoksu, hem de ona karşı eleştirel bir duruş geliştirmeyi imkansız kılan zımnî bir benimseyişi beraberinde getiriyor. Bir de söz konusu edilen şey etik ise, ahlakî konumu gücü oranında sıkıntılı hale gelen medyanın tartışılması, ancak yine onun niyet ve iradesiyle gerçekleşebiliyor.
Genellikle akademisyen ve entelektüeller veya fiilî mağdurların gündeme getirdiği medyanın siyaset, sermaye, bürokrasi ve çeşitli uluslararası aktörlerle geliştirdiği sorunlu ilişkiler, medya dışı herhangi bir aktör ve güç tarafından denetlenmek veya kontrol altına alınmak istenince sansür, baskı, özgürlüklerin ihlali gibi gerekçeler yine medya eliyle tedavüle sokuluyor.Medya ile siyaset (iktidar) arasındaki ilişki bakımından Türkiye, herhangi bir Batı ülkesiyle pek çok benzerlikler taşıyor; fakat Türkiye, diğer bazı konularda olduğu gibi burada da kendine özgü şartları olan bir ülke. Geçen yıl Fransa’daki kirli siyasal ilişkilerin göz önüne serildiği “Sexus Politicus” kitabı yayımlandığında, özellikle François Mitterand ile Jacques Chirac arasındaki “ahlaksız rekabet” büyük gürültü koparmış, Avrupa kamuoyunda günlerce Fransız siyasîlerin kirli çamaşırları karıştırılmıştı. Ne var ki, o güne dek ülkedeki pek çok siyasetçinin yanı sıra, kalburüstü gazetecilerin de haberdar olduğu bu kirli ilişkiler ağı, Mitterand’ın ölümünden yıllar sonra ve Chirac’ın cumhurbaşkanlığına aday olmayacağı kesinleşince bir “magazin hizmeti” kıvamında yayımlandı. Aslında “Sexus Politicus”un içeriğini oluşturan ve önde gelen medya mensupları için sır olmayan “bayat haberler” vakt-i zamanında “makbul haber yayımlanmayandır” düsturunca, skandalların kahramanı siyasetçilere karşı şantaj aracı olarak kullanılmıştı. Fransa örneğinde yaşanan bu gelişme, bütün etik sorunların yanı sıra, Türkiye’deki medya-siyaset ilişkileri açısından bir başka sonucu da gösteriyor: Türkiye, medya ve siyasetçiler arasında güç paylaşımı konusundaki örtülü uzlaşma ve karşılıklı dayanışma kültürü açısından maalesef Fransa’nın gerisinde kalıyor! Ya da politikacılar ve medya mensupları arasındaki ilişkiler çok daha kısa vadeli, kırılgan ve politikacılar aleyhine bir seyir izliyor. Oysa birçok Batı ülkesinde medya ve siyasetçiler, “evi camdan olanın komşusunu taşlamayacağı” bilinciyle hareket ediyor. Bu elbette matah bir durum sayılamaz; fakat açıkçası, dünyanın herhangi bir ülkesinde siyasetçilerin medya karşısında Türkiye’deki kadar edilgen bir konuma düşmelerine zor rastlanır. Medyanın son tahlilde belirleyici bir güç odağı olup olmadığı konusu, Nisan ayı başında SETA (Siyaset, Ekonomi, Toplum Araştırmaları) Vakfı’nın Ankara’da düzenlediği “2007 Seçimlerine Doğru Medya ve Siyaset” panelinde tartışıldı. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi ve Libération Gazetesi Türkiye Muhabiri Ragıp Duran, AK Parti Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen ile Radikal Gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’in konuştuğu panele, Duran’ın Türk medyasına yönelttiği eleştiriler damgasınTürk Medyasının Et(t)iği
Medya ile aynı düzlem ve ortamlarda yer alan aktörler ve kurumlar arasındaki ilişkileri kıyaslamak çoğu zaman yine medyanın mecra olarak kullanıldığı bir tartışma biçimini kabullenmek anlamına geliyor. Medyayı anlamaya çalışmak ya da tartışmak en başından ona bir enstrüman olarak başvurmayı zorunlu hale getirdiği için hem bir paradoksu, hem de ona karşı eleştirel bir duruş geliştirmeyi imkansız kılan zımnî bir benimseyişi beraberinde getiriyor. Bir de söz konusu edilen şey etik ise, ahlakî konumu gücü oranında sıkıntılı hale gelen medyanın tartışılması, ancak yine onun niyet ve iradesiyle gerçekleşebiliyor.
Paylaş
Etiketler »
İlgili Yazılar