OrtadoÄŸu’da tarihi akışı deÄŸiÅŸtirmesi beklenen olayların baÅŸlamasının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Her ne kadar bu süreç devam ediyor olsa da bir muhasebe yapmak için elimizde hatırı sayılır bir veri birikti. Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmakla açığa vurduÄŸu isyan, sadece kendisinin deÄŸil bölgede yaÅŸayan insanların, rejimin imkanlarını hoyratça kullanan kesimler dışında, neredeyse tamamının biriktirdiÄŸi öfkenin bir dışa vurumuydu. Neydi bu öfkenin kaynağı? Ä°kinci Dünya Savaşı’ndan sonra halklarının ekonomik, siyasal ya da sosyal alandaki hiçbir talebine, hissiyatına cevap vermemiÅŸ, uluslararası arenada bir varlık gösterememiÅŸ, bir yandan Ä°srail düÅŸmanlığı üzerinden kendi meÅŸruiyetini saÄŸlamaya çalışan ve fakat Ä°srail’e karşı da hiçbir varlık gösteremeyen rejimlerdi. Ä°syanın sebepleri saymakla bitmez; çünkü isyan etmek için bütün sebepler mevcuttu. Bu yüzdendir ki isyanların en görünen ve istisnasız unsuru öfke olmuÅŸtu.
SoÄŸuk SavaÅŸ boyunca uluslararası sistemin yapısından faydalanarak güvenliÄŸini uluslararası ittifaklarla saÄŸlayan rejimler, imkânlarının önemli bir kısmını içerdeki muhalefeti dizginlemek için kullandılar. Muhalefete yönelik zor ve baskı araçlarını kullanmaktan çekinmeyen rejimler özellikle seçim dönemlerinde ise seçmeci (cooptation) yaklaşımlarla muhalefetin siyasal alanda bir deÄŸiÅŸime yol açmasının önüne geçti. Bu durum kaçınılmaz olarak bir meÅŸruiyet sorununu doÄŸurdu. Ä°syanların üzerinde yükseldiÄŸi zemin uluslararası konjonktür ile bu meÅŸruiyet kaybının kesiÅŸme noktasıydı. Tunus’ta yirmi iki yıllık Bin Ali iktidarını yerinden edip Mısır’a sıçradığında, isyanların bütün bölgeye yayılması beklendi, nitekim öyle de oldu.
Bu sosyo-ekonomik ve kurumsal benzerliklere raÄŸmen Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye, Ürdün ve Bahreyn gibi büyük çaplı gösterilerin gerçekleÅŸtiÄŸi ülkelerde farklı dinamiklerin devreye girmesi ile süreç farklı noktalara evrilmiÅŸtir. Bu ülkelerden Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de iktidar deÄŸiÅŸimi gerçekleÅŸirken, Suriye’de rejimin iktidarda kalabilmek için tüm gücünü kullanması sonucu mesele önce bölgesel, sonra da uluslararası bir boyut kazandı. Ürdün ve Bahreyn’de ise protestolar sonuçsuz kaldı. Dolayısıyla Ä°syanlar baÅŸladığı andan itibaren süreci ÅŸekillendiren üç temel unsurdan bahsedilebilir. Bunlar muhalif hareketler, ülkelerin güvenlik güçlerinin tutumları ve uluslararası aktörlerin tepkileri. Bu üç unsurun birbirleriyle nasıl etkileÅŸtiÄŸi dikkate alınarak genel bir çerçeve çizilecek olursa karşımıza ÅŸöyle bir tablo çıkmaktadır: Muhalif hareketler, farklı düzeylerde bir deÄŸiÅŸimin yaÅŸandığı tüm ülkelerde güçlü ve hem ideolojik hem de sosyo-ekonomik açıdan heterojen bir karaktere sahipti. Güvenlik güçlerinin sürece müdahil olma biçimi ise çok kritik bir rol oynadı. Güvenlik güçlerinin ağırlıklı bir kesiminin veya tümünün muhalif hareketlere destek olduÄŸu Tunus ve Mısır’da iktidar deÄŸiÅŸimi yaÅŸandı; güvenlik güçlerinin bölündüÄŸü Yemen ve Libya’da iktidar deÄŸiÅŸimi iç savaÅŸla birlikte yaÅŸandı. Güvenlik güçlerinin siyasal iktidara sahip çıktığı ülke olan Suriye’de ise iç savaÅŸa raÄŸmen henüz bir iktidar deÄŸiÅŸiminden bahsetmek mümkün deÄŸil. Uluslararası aktörlerin tavırları baÅŸlangıçta bir katalizör etkisi gösterirken, bugün süreci domine eden temel unsur konumunda. Libya, Yemen ve Suriye uluslararası güçlerin -kimi zaman doÄŸrudan müdahale kimi zaman vekalet savaÅŸları aracılığı ile- mücadele alanına dönüÅŸmesi bu durumun temel göstergesidir.
DEVRÄ°M EKSÄ°K MÄ° KALDI?
Bugün gelinen noktada hiçbir ülkede beklenen deÄŸiÅŸimin tam anlamıyla gerçekleÅŸmiÅŸ olduÄŸu iddia edilemezse de her ÅŸeyin eskisi gibi olduÄŸunu söylemek de oldukça güç. Olayların ilk baÅŸladığı ve iktidar deÄŸiÅŸiminin en hızlı yaÅŸandığı ülke olan Tunus CumhurbaÅŸkanlığı seçimleri ile önemli bir aÅŸama kaydetmiÅŸ olacak. Ordunun deÄŸiÅŸim yönünden ağırlığını koyması ve uluslararası aktörlerin mücadele alanına dönüÅŸmemesi, dönem dönem yaÅŸanan türbülanslara raÄŸmen ülkenin istikrarlı bir geçiÅŸ sürecinde etkili oldu. Aktörlerin maksimal taleplerden ziyade bir uzlaÅŸma siyaseti izlemleri sürecin motor iÅŸlevini üstlendi. Özellikle Anayasa yazım ve onaylanma sürecinde Batılı aktörlerin yaptığı laiklik vurgusu, “laikliÄŸin Batılı bir proje” olarak algılanması sebebiyle özellikle Nahda tabanında bir rahatsızlık yaratmış olsa da kurumsal bir tepkiye dönüÅŸmedi. Önümüzdeki günlerde gerçekleÅŸecek cumhurbaÅŸkanlığı seçiminden sonra Tunus hem sürecin iÅŸleyiÅŸi hem de vardığı nokta itibariyle “Arap Baharı”nın bir istisnası olacaktır.
Bölgesel deÄŸiÅŸim sürecinin kilit ülkesi sayılabilecek Mısır’da ise siyasal iktidar deÄŸiÅŸimini mümkün kılan unsurlar ne idiyse, karşı-devrimin de zeminini oluÅŸturdu. Tunus’ta olduÄŸu gibi Mısır’da iktidar deÄŸiÅŸiminin önünü açan en önemli unsur ÅŸüphesiz ki ordunun tavrıydı, bugün gelinen noktanın mimarı da Mısır ordusudur. Zaman zaman, ordunun başından beri bu durumu planladığı, önce Mübarek’ten sonra da Ä°hvan’dan kurtulduÄŸuna dair yorumları beraberinde getirmiÅŸtir. Sürecin bütününü mevcut noktaya gelecek ÅŸekilde kurgulayacak bir planın olup olmadığını bilmek zor. Ancak kesin olan ÅŸey, ordunun Mısır’da ekonomik, siyasi ve sosyal alandaki ağırlığından kolay kolay vazgeçmediÄŸidir. Ordu, sürecin başından beri kendini üçüncü bir aktör olarak konumlandırmış ve tamamen kendini merkeze alarak hareket etmiÅŸtir. Devrim sürecinde muhalefetten yana mevcut olan uluslararası desteÄŸi arkasına alarak iktidar konsolidasyonu açısından önemli bir avantaj kazanmıştır. Batılı ülkelerin diplomatik alanda saÄŸladığı meÅŸruiyet ve finansal açıdan körfez sermayesi ile ayakta durabilen mevcut iktidar için bu destek aynı zamanda iktidarın yumuÅŸak karnını oluÅŸturmaktadır.
Darbe yönetimi, Mursi yönetimine karşı gerçekleÅŸtirilen gösterilere dayanarak ve dahası 3 Temmuz darbesini, 25 Ocak devriminin bir devamı olduÄŸu söylemini iÅŸleyerek meÅŸruiyet arama çabasındaydı. Darbe karşıtlarını ise düzen bozuculukla, Ä°hvan mensuplarını da terörizmle suçlayarak halkın önemli bir kısmını arkasına almaya çalıştı. Ancak Mübarek’in yeniden yargılanması ve 25 Ocak devriminde gerçekleÅŸen ölümlerden suçsuz bulunarak beraat ettirilmesi, 25 Ocak devriminin bütün aktörlerini yok saydığı anlamına gelmektedir. Bunun bir adım ötesi ise devrim sürecine katılan herkesin asayiÅŸ suçlusu olarak ilan edilmesidir. Mevcut iktidarın sürdüremeyeceÄŸi bir açmazı ise Türkiye ile olan iliÅŸkileridir. Nasır döneminden bu yana dış tehdit olarak gösterilen Ä°srail, bütün iktidarların hem meÅŸruiyet kaynağı hem de Arap dünyasındaki prestij kaynağıydı. Bugün ise mevcut Mısır iktidarının, Ä°srail’in yerine Türkiye’yi ikame etmeye yönelik çabaları söz konusudur. Sebebi ne olursa olsun Mısır’da gerçekleÅŸen her büyük gösterinin Ä°srail aleyhine bir mitinge dönüÅŸtüÄŸü hesaba katılırsa, bu siyasetin sürdürülemeyeceÄŸi açıktır. Yine de ifade etmek gerekir ki, bütün açmazlarına ve zorluklarına raÄŸmen, mevcut konjonktürde iktidarın kendi gücünü pekiÅŸtirdiÄŸine ÅŸüphe yok.
BATI'NIN Ä°KÄ°RCÄ°KLÄ° TAVRI
Bu sürecin en karmaşık ve en can yakıcı kısmı Suriye nezdinde yaÅŸanmaktadır. Dünyanın gözü önünde yaÅŸanan katliamlar, olayların bu noktaya gelmesini maalesef engelleyememiÅŸtir. Nusayri temelli rejimin varlık/yokluk güdüsü ile savaÅŸması ve saÄŸladığı uluslararası destek bu güne kadar dayanmasını saÄŸlamıştır. Suriye’deki savaşın uluslararası aktörlerin bir hesaplaÅŸma aracına dönüÅŸmesi savaşın hem yoÄŸunluÄŸunu artırmış hem de uzun sürmesinin temel sebebi olmuÅŸtur. Bugün Suriye krizinin çözülmesi için getirilen çözüm önerileri ise Esed’in varlığını devam ettirme arayışını yansıtmaktadır. Önce özel temsilci De Mistura’nın ateÅŸkes teklifi, sonrasında ise Esed ve muhalifleri anlaÅŸmaya zorlama teklifleri gündemi meÅŸgul etmektedir. Daha önceki bütün süreçleri yok sayması bir yana, bu teklifin neden karşılık bulmayacağı ise iki sebepten dolayı gayet açık: Birincisi, Esed bu tür müzakere gündemlerini sadece zaman kazanma amacıyla kullanmıştır. Ä°kincisi ise, eÄŸer Esed geçici bir yönetim içinde düÅŸünülüyorsa varlığına neden ihtiyaç duyuluyor, eÄŸer iktidarın asli bir unsuru olarak görülüyorsa muhalefetin bunu kabul etmesi imkansız. Dolayısıyla iki yüzbini aÅŸkın ölü ve milyonlarca insanın göç etmek zorunda kaldığı bir trajedinin ardından bu formülün kabul görmesi oldukça zor. Özellikle sahada savaÅŸan gruplar göz önüne alındığında, uluslararası aktörlerin Esed’li bir formül üzerinde anlaÅŸması da bir anlam ifade etmez. Suriye konusunda farklı paradigmalara sahip Türkiye ile Rusya’nın geniÅŸ çaplı ekonomik iÅŸbirliÄŸine raÄŸmen pozisyonlarının kısa zamanda deÄŸiÅŸmesi de mümkün görünmüyor.
DeÄŸiÅŸim sürecinin baÅŸladığı anda Batılı ülkeler, halkın taleplerinin karşılık bulması gerektiÄŸine dair açıklamalarla muhalifleri cesaretlendirmiÅŸlerdir. Bu tavır 1990’lı yıllardan beri bölgenin demokratikleÅŸmesi gerektiÄŸine dair tazyiklerle örtüÅŸüyordu. Ancak süreç ilerledikçe Batılı ülkelerin ve özellikle ABD’nin bir söylem ve siyaset deÄŸiÅŸikliÄŸine gittiÄŸi ifade edilebilir. Bu deÄŸiÅŸim kendini önce Mısır’daki darbe, sonrasında ise Suriye krizine karşı takınılan tavırda gösterdi. Bu durum Batı’nın OrtadoÄŸu’da nasıl bir deÄŸiÅŸim istediÄŸi sorusunu gündeme getirmektedir. Batılı aktörler, farklı siyasal ve ekonomik sonuçlar doÄŸurabilecek bir deÄŸiÅŸimin en önemli blokajı oldu. Kendi içinde oldukça çeliÅŸkili olan bu tavrın maliyeti ise bölge halklarına fatura edildi. Ortaya çıkan karmaÅŸayı ortada bırakarak çekilen Batılı aktörler için deÄŸiÅŸim basit bir maliyet-fırsat hesabından ibaret kaldı.
TÜRKÄ°YE KAYBETTÄ° MÄ°?
Arap Baharı’nın baÅŸladığı andan itibaren en net pozisyonu takınan ve bu pozisyonu devam ettiren ülke Türkiye oldu. Bu durum hem içerdeki muhalefet unsurları hem de uluslararası medya tarafından oldukça eleÅŸtirildi. Türkiye başından beri halkların taleplerinin meÅŸru olduÄŸuna dair vurgu yaptı. Bu tavır hem ahlaken hem de siyaseten karşılığı olan bir tavırdır. Daha önemlisi ise, yeni bir siyasal inÅŸa için kendi içinde vesayet odakları ile mücadele eden Türkiye’nin bölge ülkeleri içindeki statükonun devam etmesinden yana tavır izlemesi hem çeliÅŸkili hem de son on yıldaki politikaları göz önüne alındığında oldukça maliyetli bir tavır olurdu. Gelinen noktada Türkiye’nin dikkat etmesi gereken en önemli ÅŸey ise ÅŸudur: Türkiye’nin, yeni ittifaklar-karşı ittifaklar oluÅŸtuÄŸu, yeni aktörlerin sahneye çıktığı bu dinamik süreçte hiçbir geliÅŸmeyi uzaktan izleme lüksü yok. Ancak pasif kalma korkusu ile panik halinde hareket etmemesi gerekir. Her iki tavır da Türkiye’yi ortada kalan risklerin taşıyıcısı konumuna düÅŸürebilir.
[Star Açık GörüÅŸ, 7 Aralık 2014]