MHP lideri Devlet Bahçeli, TBMM açılış töreninde DEM Partili isimlerle el sıkışmış, ardından partisinin grup toplantısında bunun Türkiye partisi olması için DEM Parti'ye uzattığı bir el olduğunu açıklamıştı. Yine ilerleyen günlerde teröristbaşı için bir çağrı yapmış ve terörün bittiğini, PKK'nın tasfiye edileceğini açıklamasını istemişti. Henüz bu beklenmedik çağrının amacı tam olarak anlaşılamamışken Bahçeli, geçtiğimiz Salı günü meseleyi bir adım öteye taşıdı ve belki de tüm Türkiye'nin şaşkınlıkla karşıladığı bir çağrı yaptı. Öcalan'ın DEM Parti grup toplantısında örgütün lağvedildiğini ve terörün bittiğini açıklamasını, bunu gerçekleştirdiği takdirde kendisinin "umut hakkı"ndan faydalanabilmesi için yasal düzenleme yapılması çağrısında bulundu.
Bu konuşma Türk siyasetinin kritik anlarından biri olarak şimdiden tarihe geçmiş durumda. Zira MHP, Türkiye'de geleneksel milliyetçi damarın ve ayrıca teröre yönelik reaksiyoner milliyetçiliğin en köklü temsilcisi konumunda. Dolayısıyla böyle bir partinin lideri olarak Bahçeli'nin terör ve Öcalan konusunda siyasi açıdan bu denli riskli bir konuşma yapması da oldukça şaşırtıcı. Nitekim o günden bu yana da tüm kamuoyu tartışmaları Bahçeli'nin açıklamasını yorumlamak ve anlamak üzerine yoğunlaştı. Birçok senaryo ve iddia öne sürüldü.
Bahçeli'nin Konuşmasındaki Detaylar
Tüm bu yorum ve çıkarımlar yapılırken Bahçeli'nin konuşmasındaki detaylar, Öcalan kısmı oldukça şaşırtıcı olduğu için anlaşılabilir bir şekilde ıskalanıyor. Ancak Bahçeli'nin konuşması incelendiğinde bu beklenmedik çıkışın üzerindeki pusu dağıtmak mümkün.
Bahçeli, Öcalan kısmıyla sonlandırdığı konuşmasında ilk olarak hem partisinin hem de kendisinin geleneksel pozisyonunu tahkim etti ve yeni bir "çözüm süreci" talep ve beklentisini keskin bir dille reddetti. Meselenin bir Kürt değil, terör sorunu olduğu görüşünü, Kürt vatandaşların mevcut sorunlarının farkında olduğunu da belirterek yeniden vurguladı.
Devamında ise geleneksel duruşu detaylandırdı ve hiçbir tavizin terörü sonlandırmayacağını, bu sebeple silahlı mücadelenin vazgeçilmez olduğunu belirtti. Dolayısıyla terör örgütünün taleplerini kabul etmenin tehdide boyun eğmek anlamına geldiğini ve terörü daha da beslemek dışında bir sonuç üretmeyeceğini oldukça net bir biçimde ifade etti. Netice itibariyle tüm bunlar Bahçeli'nin ve dolayısıyla MHP'nin uzun yıllardır değişmeyen perspektif ve pozisyonunun alışılmış çerçevesini tekrarlayan cümlelerdi.
Ancak Bahçeli'nin konuşmasında esas önemli nokta, terörün yalnızca silahla çözülmeyeceğine yönelik vurgu ve çözüm için çizilen istikamet ile alakalı bölümdü. Öyle ki Öcalan'a yapılan çağrı ve DEM Parti'ye uzatılan elin sebebini bu cümlelerde bulmak mümkün. Zira Bahçeli, teröristlerin zihninde "gerçek dünya ve olgular" ile "örgüt yöneticilerinin oluşturduğu illüzyon ve algı" arasındaki farka dikkat çekerek çözümün burada yattığına işaret etti. Bunu ise demokratik ortam ve şartların iyileştirilmesi gerektiğini söyleyerek pekiştirdi.
Bu kısmı detaylandırmak gerekirse aslında Bahçeli, terörle silahlı mücadelenin yanında diğer alternatif yaklaşımların örgüte karşı mücadelede somut bir kazanım veya başarı getirmeyeceğini belirtiyor. Kendi çözüm önerisini de silahlı mücadelede örgüte odaklanma, silahsız mücadelede ise teröristlerin veya terörü destekleyen bireylerin örgütten kopmasını sağlayacak girişimleri yoğunlaştırma şeklinde formülize ediyor. Bu noktada terörün başarıya ulaşmayacağı, örgütün ve dolayısıyla arkasındaki destekçilerinin onları kullandığı, kendilerine sunulan fikir veya anlatılan dünyanın bir illüzyon olduğu ve gerçeklerin kendilerine meşru vasıtalarla anlatılması, kısaca bireysel olarak teröristlerin ikna edilmesi ve böylelikle örgütün çözülmesi amaçlanıyor. Bahçeli'nin konuşmasında sunduğu "çözüm" önerisini bu şekilde çerçevelemek mümkün.
Çözüm Beklentisi Ne Kadar Rasyonel?
Ancak Bahçeli'nin sunduğu çözüm önerisi her ne kadar kendi içinde tutarlı olsa da stratejik, politik ve hepsinden öte bazı ciddi metodolojik riskler barındırıyor. Tüm bu riskler ise doğal olarak "çözüm"ün bir bütün olarak ne kadar rasyonel olduğu sorusunu akıllara getiriyor.
İlk olarak stratejik açıdan bakıldığında PKK, teröristbaşı yakalandığından beri belki de tarihinin en zayıf pozisyona sahip. Zira terör örgütünün Türkiye sınırları içerisinde manevra alanı oldukça kısıtlanmış, militan sayısı asgariye düşmüş, TUSAŞ saldırısında örneği görüldüğü üzere yalnızca bireysel saldırılar düzenleyebilir hale gelmiş durumda. Buna ek olarak Türkiye, sınır ötesi operasyonlarını sürdürürken hem Irak merkezi yönetimi hem de Kuzey Irak'taki bölgesel Kürt yönetimi ile anlaşarak PKK'yı daha da sıkıştırmakta. Ayrıca Kandil, Suriye kolu YPG üzerindeki etkisini de neredeyse tamamen yitirmiş, örgütsel bağ ve stratejik ortaklık dışında Kandil yönetimi YPG karşısında kısmen bağımlı bir halde. İçeride ise siyasi kol DEM Parti'nin siyasi meşruiyeti oldukça zayıflamış vaziyette. Türk toplumu nezdinde meşruiyetini yitiren DEM Parti, bölgedeki seçmenleri nezdinde her ne kadar desteklenmeye devam etse de özellikle sivil siyaset imkanını kaybetmesi, partide özgül ağırlığı olan isimlerin pasifize edilmesi ve Kandil güdümüne hapsolarak demokratik siyaset ve çözüm imkanını yitirmesi sebebiyle eleştirilmekte.
Dolayısıyla Kandil'deki örgüt yönetimi veya ona bağımlı hale gelmiş DEM Parti'nin stratejik anlamda bu denli zayıf olduğu bir ortamda rasyonel bir "çözüm" mümkün görünmüyor. Zira Kandil, zayıf olduğu bu dönemde arzu ettiği kazanımları elde edemeyeceğini bildiği için yeniden güçlenmek ve zaman kazanmak, DEM ise yeniden meşru bir siyasi aktör olabilmek adına olası bir "çözüm" fırsatını daha önce olduğu gibi araçsallaştıracaktır. Buna örgütü destekleyen yabancı aktörlerin de direnci eklendiğinde kalıcı bir çözümden bahsetmek pek rasyonel değil.
Siyasal açıdan bakıldığın ise AK Parti ve MHP, özellikle 15 Temmuz'un ardından Cumhur İttifakı olarak "yerli ve milli siyaset" çerçevesinde şekillendirdikleri, değer odaklı bir milliyetçi anlayışı tabana ve seçmenlere yaymayı temel siyasi strateji olarak benimsedi ve bunda da büyük oranda başarılı oldu. Böyle bir ortamda söz konusu stratejiye uyumlu olmayan her çözüm önerisi çelişki ve güven odaklı büyük bir riski bünyesinde barındırıyor. Üstelik bir tarafta CHP'nin DEM Parti üzerinden Kürt seçmenler ile kurmak istediği ilişki ve buna endeksli siyasi stratejisi, diğer tarafta ise Zafer Partisi başta olmak üzere popülist partilerin siyasal istismar riski, olası bir adımda esnekliği ve manevra alanını kısıtlayacaktır. Diğer bir ifadeyle her iki anlamda da daha radikal adımlar atabilecek rakipler, meselenin özellikle seçmeni ikna ve desteğini almak noktasında siyasi risklerini oldukça artırıyor.
Son olarak metodolojik olarak da bazı riskler çözümün rasyonalitesini sorgulatıyor. İlk olarak muhatap sorunu, bugünden bakıldığında mevcut şartlarda aşılması mümkün görünmeyen bir mesele olarak karşımızda duruyor. Zira Kandil, İmralı, DEM ve hatta Demirtaş veya bölge halkı nezdinde özgül ağırlığa veya popülerliğe sahip diğer isimlerin tek başına çözüm üretme ve çözümün muhatabı olma imkanı ya da gücü yok. Üstelik buna örgütü veya DEM Parti'yi destekleyen toplumsal kesimler arasındaki şahin ve güvercin eğilimli ayrışma da eklenince muhatap sorunu metodolojik bir riski de beraberinde getiriyor. Zira söz konusu heterojen yapı, reaksiyoner ve savunmacı eğilimlerde büyük oranda uzlaşsa da söz konusu odak veya aktörlerin kendi aralarında ittifakları, ihtilafları, dengesi, rekabeti ve dış destekçilerinin bulunması çözüm konusundaki uzlaşı sorununu derinleştiriyor. Buna ek olarak Türk toplumunun kırmızı çizgileri ve kamu vicdanı, başta teröristbaşı olmak üzere terör temsilcilerinin muhatap alınması meselesinde haklı bir hassasiyete sahip.
Bahçeli'nin Amacı ne?
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda doğal olarak herkesin sorduğu ilk soru akıllara tekrar geliyor: Bahçeli'nin amacı ne? Zira Devlet Bahçeli, tecrübeli bir siyasetçi olarak tüm bunların analizini yapabilecek bilgi ve farkındalığa herkesten daha fazla sahip. Hem kendisi hem de partisi açısından barındırdığı varoluşsal risklere rağmen, üstelik kimsenin çözüm konusunda kendisinden bir beklentisi yokken neden böyle bir adım attı? İrrasyonel bir öneri olarak Öcalan çıkışını neden gerçekleştirdi?
Aslından tüm bu soruların cevabı, Bahçeli'nin ülke ve dünya siyasetini okuma biçimiyle alakalı. Öyle ki Bahçeli, kendisi veya partisi açısından özellikle siyasi kazanım elde etmeyi öncelemeyen ve hatta mevcut kazanımlarını dahi öngördüğü riskler karşısında kaybetmekten korkmayan bir tarza sahip. Bunun en önemli örnekleri 2002'de hükümet ortağı olması ve baraj altı kalma riskine rağmen yaptığı erken seçim çağrısı veya 2015 Haziran seçimlerinin ardından CHP ile koalisyon kurmayı ve başbakanlık koltuğunu reddetmesi, benzer şekilde 15 Temmuz darbe girişiminin ardından siyasal sistemin değişimi için yaptığı çağrı şeklinde sıralanabilir.
Bugün de Bahçeli'nin amacının anahtarı ve dolayısıyla da kontrolü kendinde olan bir süreç ile bölgesel savaş riski ve Suriye hattında yeni bir terör riskine karşı "iç cephe"nin güçlendirilmesine şans vermek olduğu söylenebilir. Ancak Bahçeli'nin en azından kendi anladığı şekilde bir çözüm getirmeyeceğini ve hatta siyasi maliyet üreteceğini bilmesine rağmen bu çıkışı gerçekleştirmesi de kendisine atfettiği tarihsel bir sorumluluk bilinci şeklinde anlamlandırılabilir. Zira Bahçeli, örgütün ve temsilcilerinin samimiyet testine tabi tutarak kendi kontrolündeki bir girişim ile çözümün önündeki gerçek engelin kim olduğunu tüm taraflara gösterme amacı taşıyor olabilir. Dolayısıyla Bahçeli'nin asıl amacının ne yapılırsa yapılsın uzattığı elin havada kaldığını kanıtlamak olduğu çıkarımını yapmak da mümkün. Böylece Bahçeli, açtığı irrasyonel çözüm kapısını geri kilitleyebilecek ve anahtarı da denize atarak meseleyi uzunca bir süre tüm taraflar için kapatabilecek. Bu girişimin veya riskin maliyeti veya yerindeliği, doğruluğu veya haklılığı, yöntemi veya biçimi ise tartışmaya açık.
[Sabah, 26 Ekim 2024]