2014 Eylül’ünde Kobani DAEŞ tarafından kuşatma altına alındığında Obama yönetimi terör listesinde olan PKK’yla PYD arasında legal bir ayırım yaparak PYD’ye destek vermişti. O dönemde Amerikan dış politika analistleri ve medyasından Türkiye’nin DAEŞ karşıtı koalisyona yeterince destek vermediği yönünde eleştiriler gelmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı da ismi açıklanmayan Obama yönetimi yetkilileri tarafından basın aracılığıyla ifade edilmişti. Kobani’nin DAEŞ’e düşmemesi için Barzani güçlerinin Kobani’ye geçmesini sağlayan Türkiye’nin verdiği bu katkıya rağmen Türkiye aleyhinde Kürtlere karşı DAEŞ’e destek verdiği yönünde haberler devam etti. PYD’ye Suriye’nin bütünlüğünü bozmaması, etnik temelli bir politika gütmemesi ve Esad yönetimine karşı tavır almasını şart koşan Türkiye’nin Suriye Kürtlerinin kendilerini ve topraklarını korumalarına karşı olduğu şeklinde bir imaj oluştu. Amerikan hükümeti ise DAEŞ’le etkin mücadele ettiğini düşündüğü PYD’ye destek vererek Türkiye’nin kaygılarını görmezden geldi. Türkiye’yle Amerika arasında Suriye’deki öncelikler konusunda bir görüş birliği sağlanamayınca, Amerika’nın DAEŞ politikası Türkiye’nin tepkisini çekecek derecede PYD’ye destek üzerine kurgulandı.
TÜRKİYE PYD'YE GÜVENSİZ
En son Tel Abyad’da yaşananlar sonrasında Türkiye’yle Amerika arasındaki görüş ayrılığı bir kez daha kristalleşti. Obama yönetimi yerel güçlerin inisiyatif alarak DAEŞ’i geriletmesini sağlama üzerine kurduğu stratejisini uygularken bu yerel güçler arasında etkin savaştığını ve seküler olması itibariyle radikal dini gruplara kaymasının zor olduğunu düşündüğü PYD gibi Kürt grupları tercih etti. Bir senedir Amerika DAEŞ’in geriletilmesi adına PYD’nin siyasi hedeflerini de göz ardı etmeyi tercih etti. Türkiye’yle görüş ayrılığının belki de en can alıcı noktası burası zira Türkiye açısından PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD, DAEŞ’le savaş üzerinden uluslararası meşruiyet sağlayarak kendi hakimiyetini kuracağı yekpare bir toprak parçası elde etmeye çalışıyor. Amerikalı yetkililer ve uzmanlar destek verdikleri PYD üzerinde belli bir etki sahibi olduklarını ve bunu PYD’nin hareketlerini etkileme doğrultusunda (ve dolayısıyla NATO müttefiki oldukları Türkiye lehine) kullanabileceklerini söylüyorlar. Ancak Türkiye PKK’nın halen Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleden vazgeçtiğini ilan etmemiş olması dolayısıyla, PYD’nin Türkiye’yi tehdit etmediği şeklindeki açıklamalarına doğal olarak güvenmiyor. Türkiye PYD’nin kendi alan hakimiyetini kurma çabalarına karşı çıkarken, Amerikan yönetimi ise DAEŞ’e karşı en etkin savaşan grup olarak gördüğü PYD’yi desteklemeye devam ediyor. Obama yönetimi PYD’nin siyasi hedeflerini görmezden gelerek, DAEŞ’le mücadele stratejisini hava saldırıları ve yerel güçlerin desteklenmesi üzerine kuruyor. Türkiye’nin öteden beri gerekliliğini vurguladığı kapsayıcı bir siyasi perspektiften yoksun bu politika Türk-Amerikan ilişkilerinde sorunlara yol açıyor.
ABD SEBEPLERDEN KAÇIYOR
Başkan Obama, DAEŞ’in “geriletilip yok edilmesini” hedef olarak belirledi ancak bunu gerçekleştirecek siyasi gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıyor. Diğer bir deyişle, DAEŞ’i var eden sebepleri (Esad rejimi ve iç savaş koşullarının devamı) ortadan kaldırmaya dönük ve Türkiye gibi müttefikleriyle koordineli bir strateji üretmekten kaçınan bir Amerikan yönetimi mevcut. Başkan, DAEŞ’in geriletilmesini Amerikan ulusal çıkarı olarak tanımlasa da bunu gerçekleştirmek için hava saldırılarıyla yetiniyor ve Amerikan askerinin savaş misyonuyla sahaya inmesine izin vermiyor. Obama Iraklıların ve Suriyelilerin DAEŞ’le mücadeleyi sahiplenmesini ve Amerika’nın sadece destek vermesini öngörüyor. DAEŞ’in yok edilmesinin yıllar alacağını söyleyerek beklentileri düşüren başkanın, bu hedefe ulaşmak için Amerika’nın gücünü seferber ettiğini söylemek zor. Aslında ilk başkanlık döneminden beri dış politika meselelerinin iç siyasete yapmak istediği reformları engellemesine izin vermeyen Obama’nın bu konuda da benzer bir tavır takındığını söylemek mümkün. Yani DAEŞ’le mücadele ancak maddi ve insani maliyeti düşük olduğu, yerel aktörler tarafından üstlenildiği ve başkanın iç siyasette liberal ajandasını sekteye uğratmadığı koşullarda sürdürülebilir hale geliyor.
Amerika’nın Suriye ve Irak politikalarını (ve dolayısıyla PYD’ye yaklaşımını) anlama noktasında Obama’nın dış politikaya genel yaklaşımını ele almak gerekiyor. Obama, Amerikan halkına Irak ve Afganistan savaşlarını bitirme, el-Kaide’yle daha etkin mücadele etme ve Amerika’nın tarihi düşmanlıklarını bitirme sözleri vererek başkan seçilmişti. Başkanın dış politikaya bakışında daha az maliyet ve risk alma merkeze oturdu. Irak ve Afganistan’dan çekilirken yeni maceralara girmemek (Libya müdahalesi kendisini de tedirgin eden ancak maliyeti düşük bir istisna sayılabilir), ekonomi ve liberal reformlara odaklanmak başkanın temel hedefiydi. Dolayısıyla Obama dış politikada sadece yapmak zorunda olduklarını yapan ama büyük oranda Amerika’nın küresel angajmanlarında geri çekilmesini veya en azından yeniden düşünmesini önceleyen bir başkan oldu.
OBAMA'NIN DIŞ POLİTİKASI
Dış politikada zayıf görünmemek için bin Ladin operasyonunu onaylayan ve düşük maliyetli İHA saldırılarıyla terörle mücadeleyi teknik bir düzeye indiren Obama için Amerika bölgesel stratejik sorunları çözmek zorunda olan bir aktör olmadı hiç.
Bu bağlamda başkanın kendini Ortadoğu’ya dönük kapsamlı bir strateji geliştirmek zorunda görmediği dikkate alınırsa, Suriye iç savaşını Amerika’nın çok fazla bir şey yapamayacağı ve çözmek zorunda olmadığı “herhangi bir iç savaş” olarak tanımlaması daha anlaşılır hale geliyor. Bu çerçevede DAEŞ’le mücadeleyi de teknik bir düzeye indirmesi, Amerikan askerlerini sahaya indirmemesi ve Amerikan kamuoyunun tepkisiyle doğru orantılı bir strateji izlemesi mümkün oldu. Obama aslında DAEŞ’i ciddi bir tehlike gören ancak tehlikenin ortaya çıktığı siyasi ortamı dönüştürecek riskleri almaktan kaçınan ve daha fazla müdahaleye de karşı olan Amerikan halkının genel kanaatini politika haline getirmiş durumda.
Özellikle altını çizmemiz gereken bir nokta başkanın DAEŞ’in yok edilmesini Amerikan çıkarı olarak tanımlarken, Suriye’nin bütünlüğünü ulusal çıkar olarak tanımlamamış olması. Suriye’nin bütünlüğünü koruması sadece söylem düzeyinde kalıyor ve Amerika’nın bu yönde bir strateji takip ettiğine ilişkin bir kanıt yok elimizde. Bu da Obama yönetiminin bölgede en önemli müttefiklerinden olan ve Suriye’nin bölünmesini ulusal çıkarına tehdit olarak gören Türkiye’yi tedirgin eden adımlar atmasına yol açıyor. Başkanın DAEŞ’le etkin mücadele eden yerel güçlerin desteklenmesi ve bunu yaparken Amerikan askerlerini riske atmamak üzerine kurduğu strateji, Suriye iç savaşının durdurulmasına yönelik bir perspektif taşımıyor. Bir yandan da yönetime yakın isimlerin Suriye’nin fiili olarak bölünmesinin durdurulamayacağını kabul ettiğini dikkate aldığımızda, PYD’nin DAEŞ’den temizlenmiş bir “istikrar adası” vaat etmesi Amerikan yönetiminin desteğini biraz da olsa açıklıyor. Ancak yönetimin bu fiili bölünmeyi ciddi potansiyel bir tehdit olarak algılayan Türkiye’nin kaygılarını sadece retorik düzeyde gidermekle yetinmesi Türk-Amerikan ilişkileri açısından önemli bir sorun teşkil ediyor.
ORTAKLIK MÜMKÜN DEĞİL
Dış politika analistleri Türkiye’nin “Kürt alerjisinden” dolayı PYD’yi DAEŞ’den daha tehlikeli gördüğü ve bu yüzden DAEŞ’le etkin bir mücadeleye girmediği yönünde eleştiriler getiriyorlar. Türkiye Kobani kuşatması sırasında da sonrasında da PYD’ye belli şartlar öne sürmüş ve kantonlar üzerinden fiili bir bölünme durumu yaratmamasını salık vermişti. Türkiye’yle çalışmaktansa Amerika’nın DAEŞ’e odaklanmasını fırsat bilen PYD de kendine açılan alanı değerlendirerek uluslararası meşruiyet kazanma yoluna gitti. Amerika da Suriye’nin bölünmesini zaten geçilmiş bir eşik olarak görmeye başladığı için DAEŞ’le etkin savaştığı sürece PYD’nin bu siyasetine fiili olarak destek verdi. En son Tel Abyad’da PYD’nin kantonlarını birleştirmeye çalışması ve demografiyi değiştirme çabaları karşısında Amerika’nın Türkiye’nin tepki vermesinden sonra bir hasar kontrolü çabasına girdiğini gördük. Bu çabadan kapsamlı bir Suriye politikası çıkmayacağı neredeyse kesin. Amerika’yla Türkiye arasında belli uzlaşmalar sağlanması ve hatta İncirlik’in kullandırılması bile gündeme gelebilir. Ancak herhangi bir yakınlaşmanın veya anlaşmanın teknik ve en iyi ihtimalle taktik düzeyde kalacağını öngörebiliriz zira Obama yönetimi DAEŞ’i yok etmekten bahsetse de bunun için gerekli olan kapsamlı bir stratejiyi oluşturmaya yanaşmıyor. Bu yüzden de Türkiye’yle PYD ve Suriye konusunda ortak bir noktaya gelmesi halihazırda pek mümkün görünmüyor.
Obama Amerikan kamuoyunun savaş bıkkınlığının da katkısıyla nispeten çekimser bir dış politika izledi. Irak “hatasını” tekrarlamamak ve Amerika’nın İran ve Küba gibi tarihi düşmanlıklarını sona erdirmeye odaklanan Obama, Ortadoğu’da daha az maliyet ve risk alma konusunda başından beri istikrarlı bir çizgi izledi. Bu tarz bir dış politikanın Amerikan müttefiklerini tedirgin etmesinin ötesinde Suriye’deki izdüşümü iç savaşın risk ve maliyetlerinden kaçınmak oldu. Amerika’nın İran’la nükleer anlaşmaya varabilmek için Suriye’de en azından bir dereceye kadar denge politikası izlediğini de söylemek gerekiyor. Arap baharının bölgede tüm dengeleri altüst ettiği bir ortamda Amerika’nın bölgesel bir perspektiften yoksun “çekimserliği” ve risklerden uzak durması bütüncül bir Amerikan politikasını imkansız kıldı.Obama yönetiminin DAEŞ’le mücadele adına PYD’ye destek vermesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Lokalize olmuş, taktiksel ve günü kurtarmaya dönük çözümlere meyleden Obama yönetimiyle Ankara’nın Suriye konusunda ortak bir strateji etrafında toplanması mümkün olmadı. Yedi senelik dış politika pratiği dikkate alındığında Obama yönetiminin gerek Suriye gerek diğer bölgesel meselelerde müttefikleriyle koordineli, geniş kapsamlı ve elini taşın altına koyan bir strateji geliştirmesini beklemek doğru olmayacaktır. Bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa vadede toparlanıp güçlenmesi ihtimalini zayıflatıyor.
[Star Açık Görüş, 12 Temmuz 2015]