Amerika’nın 2007 itibariyle Irak’taki durumunun, bir çok uzman tarafından “bataklığa düştüğü” şeklinde tarif edilmesi oldukça aceleci bir okumadır. Amerika’nın Irak’ta “başarılı” olmasından ne anlıyoruz?Amerika, Irak işgalini ne yapsaydı başarıyla tamamlamış olurdu? Amerika’yı başarısız bulan okumaların bu suallere çok net cevapları olduğunu zannetmiyorum. Önümüzde tam tersi bir tablo söz konusu. Amerika’nın Irak işgaliyle birlikte elde ettiği en önemli kazanım, Ortadoğu politikasına tek küresel güç olarak el koyması oldu. Artık İran, Suriye, Türkiye ve Suudi Arabistan zaten sorunlu olan bölgesel politikalarını Amerikasız bir denklem içerisinde kurgulama ihtimalinden ciddi şekilde uzaklaştılar. Irak işgaliyle birlikte Kürt Sorunu bir Kürdistan sorunu, Iraklı Şiiler ise bölgesel Şii Kuşağı bağlamında ele alınma potansiyeline kavuştular.
Amerika’nın Irak işgalinden dolayı uğradığı ekonomik ve askeri kayba takılıp, işgali liberal-sol söylemin illüzyonist perspektifinden okuyacak olursak, Amerika Irak’ta kaybetmiştir. Amerika’nın Irak’tan (arkasında yeni üsler bırakarak) çekilmesinin maliyeti askeri zayiatlar ve prestij kaybından öteye götürmek mümkün değildir. Fakat Amerika açısından bütün bu maliyetlerin arızi olduğu söylenebilir. Asıl önemli olan, Ortadoğu’da fay hatlarının yapısal anlamda kırılmaya başlamasıdır. Bundan beş yıl öncesinde bölgemizde halklar arasında bir sorundan bahsedemezken, sorunlar devletlerin siyaseti üzerinden tarif edilirken, bugün ağırlıklı olarak halklar arası çatışmalardan, çatışmaların on yıllarca sürebileceğinden bahsediliyor. Mezhepçi dil, etnik okumalarla beraber, günlük konuşmaların olağan bir parçası haline geldi. Şii-Türkmen, Sünni-Türkmen, Şii-Arap, Sünni Arap, Feyli Kürt, Sünni Üçgeni, Şii Hilali gibi ifsad edici bir dil kullanır hale geldik. Kimlikçi siyasetlerle beraber, kimliklerin ayrılıkçı bir dille, Amerika’nın dayattığı dengelerle su üstüne çıkartıldığı, geleceğimizin mezkur kimliklerin birbirini boğması etrafında tarif edildiği bir dönemdeyiz.
Bu yüzden Irak’ın işgal sürecini neticelerinden ayıramayan her okuma, bölgemizin geleceği açısından sıkıntılıdır. Önemli olan işgalin bölgemizde oluşturduğu yeni pozisyonları ve sorunları idrak etmemizdir. Bu çerçevede Türkiye-Irak ilişkileri psikolojik bir kısır döngünün içerisine girmiştir. 2002 senesinin başlarından itibaren adeta bilinçli ama oldukça da irrasyonel adımlar neticesinde Irak dış politikamız siyasetten çok psikolojinin öznesi haline getirildi. 2002 senesinin başlarını hatırlayanlar, ilk psikolojik harekatın Türkiye’deki merkez medyanın, Barzani’nin kökenleri ile ilgili yayınlarıyla başladığını da anımsayacaklardır. Yakın dönemde bir gazeteci TSK’yı Kerkük’e sokabilmekte, Barzani’yi Türkiye’ye karşı direnişe geçirtebilmekte, Amerika’nın nasıl bir tavır alacağına karar verebilmekte, Türkiye’de bütün kesimleri bir anda bir seferberlik tartışmaları içerisine çekebilmektedir. Kuzey Irak adeta her ay için ayrı bir “Kardak krizi” hediye edebilecek kadar mümbit bir dış politika alanına döndü. Artık Irak siyasetimiz de, Kuzey Irak’taki gelişmeler de basit provokasyon düzeyinde müdahalelere açık hale getirilmiştir. Son bir kaç haftadır yoğunlaşan sınır ötesi operasyon tartışmaları da maalesef aynı düzeyde ele alınmaktadır.
Türkiye, bahsettiğimiz bu çerçevenin, dış politikamızı esir almasını engelleyecek rasyonel açılımları yapmak zorundadır. Bunun için 1983’ten bu yana 25.’sini yapmayı planladığımız sınır ötesi operasyonun PKK’yı önlemede netice alıcı bir harekat olup olmayacağını, sebep o lacağı sonuçlarla birlikte hesaplamak zorundayız. Daha önceki operasyonlarda, süreçte belirgin olmayan dört dinamik daha denklemin içinde bulunmaktadır: Amerika, İran ve hepsinden önemlisi Kürt Grupların bugünkü konumu ve Türkiye iç siyaseti. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak için herkesin sorumluluklarının farkında olması gerekmektedir. Yeni bir operasyonda, karşılaşılan dinamikler harekatın sonuçlarını ciddi bir biçimde etkileyecektir. Mevcut koşullarda operasyon, çok basit manipülasyonlarla bölgesel bir savaşa dönüştürebilir. Sınırı geçmemizle birlikte, Irak sınırını fiili olarak lağvetmiş olacağız. Bu ise ironik olarak Kuzey Irak ile Türkiye’yi hem sorunlar hem de imkanlar bağlamında yekpare bir coğrafya haline getirecektir. Bu ise 1991’den bu yana Türkiye’nin ince gücünü kullanarak çoktan inşa etmiş olması gereken derinliğin siyasal boşluğunu, bir Kürdistan sorunu haline dönüştürme potansiyelini yükseltecektir. Mezkur operasyonun dünya genelinde bir işgal harekatı olarak lanse edilmesi de hiç sürpriz olmayacaktır.
Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunun bir savaşa dönüşmesini isteyecek bir çok güç bulunmakta. Amerika resmi makamları harekatı muğlak ifadelerle değerlendirirken, neocon bir çok isim “Türkiye teröre karşı gücünü” göstermelidir, operasyon yapmalıdır demektedir. Adeta “Türkiye girmezse iyi olur, ama girerse de sonuçlarını gösteririz” denmektedir. Bir taraftan Kürt gruplarla yoğun ilişki içerisinde olan neoconlar, diğer taraftan da Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini tavsiye etmekteler. Geçen ay içerisinde neoconların medyatik ismi Michael Rubin’in TSK’nın konferansında konuşmacı olması da bu tespitimizi teyit etmektedir. Irak üzerinden stratejik derinliğini olabildiğine güçlendiren İran, bölgenin en güçlü ülkesinin Irak’ta bataklığa saplanmasından, sıkıntılar yaşamasından rahatsız olmayacaktır. İran bir taraftan Kürt gruplara her türlü desteği sağlayacağı garantisi vermekte, diğer taraftan da Türkiye’nin “terörü karşı kendisini koruması gerektiği” tezini ısrarla işlemektedir. Yine geçen ay içerisinde Sadr’ın “Türkiye gelirse Kürtleri yalnız bırakmayız” çıkışı da İran’ın pozisyonunu en iyi tarif eden tutum oldu.
Sınır ötesi operasyonun bir savaşa dönüşmesi riskinden kastettiğimiz sadece konvansiyonel bir savaş değil. Zaten düşük yoğunluklu bir çatışma bile, harekatın dünya kamuoyuna işgal şeklinde yansıtılmasına yetecektir. Mesela Kerkük’te ya da sınırdan çok uzaklardaki Türkmen bölgelerinde, Kürtlerle-Türkmeler, Araplarla-Türkmenler hatta şii-Türkmenlerle Suni-Türkmenler arasında yaşanacak gerilim veya çatışmalar, Türkiye’yi bir anda tahmin edemeyeceği zor denklemlerle karşı karşıya bırakabilir. Sınır ötesi harekatın aynı zamanda, sınırlarımız içinde de (askeri, siyasal ve sosyal) harekat anlamına geldiği akıldan çıkarılmamalıdır. Toplumsal gerginliklere yatırım yapılan bir dönemde, muhtemel bir operasyonun ülke içi yansımalarını ve sonuçlarını göz ardı edemeyiz. Peki Türkiye bu durumda ne yapmalıdır? Öncelikle askeri bir mantıkla, kurguyla sınırlı bir sınır ötesi operasyon algısını aşmak zorundayız. Türkiye 1991’den itibaren geniş bir siyaset algısıyla, tarihsel, sosyolojik ve siyasal birikimi ile Irak’a müdahil olsaydı, bölgesel bir vizyonla siyaset yapsaydı Kuzey Irak’ın Türkiye ile olan ilişkileri bugün tartıştığımız şeyleri akla bile getiremeyeceğimiz bir düzeyde olabilirdi. Körfez Savaşı sonrası Amerikan gölgesine adeta kovalayarak gönderdiğimiz Kuzey Irak’lı oluşumları yarın İran gölgesinde görmek istemiyorsak gerekli adımları atmak zorundayız. Türkiye, ancak cari kırılganlıklarımızın farkında olan, sorumluluk sahibi bir irade ile bu hengameli süreci aşabilir. Dış politikayı, iç politikanın bayağı bir malzemesi haline getirmek hiç kimseye fayda getirmediği gibi, orta vadede ülkemize ağır yükler de getirecektir. Halbuki Türkiye’nin elinde, ibreleri tersine çevirecek imkanlar mevcuttur.
Türkiye gerek Irak siyasetinde gerekse bölgesel siyasette inisiyatif almak istiyorsa, elindeki imkanları kullanmak istiyorsa, her şeyden önce dış politikasında kurumsal uyumu yakalamak zorundadır. Uyum ve istikrarlı bir çizgi, maalesef, devlet aklını ve siyasetini her seferinde lağveden sil-baştan politikalarıyla mümkün olmuyor. Cumhuriyetin milletleşme sürecinde yaşanan aksaklıklarla baş edilememesiyle kurumsal uyumu, psikolojik eşikler ve tehditler arasına sıkışan yönsüzlük ile istikrarı yakalamak kolay olmuyor. Kurumsal mutabakatın ve istikrarlı çizginin olmadığı bir dış politika vizyonu ise sadece uluslar arası açılımlarını nesh etmekle kalmıyor, ülkemizin dünya sisteminde ve bölgemizde karar alıcı aktör olmasının da önüne geçiyor. Avrasya ve Ortadoğu’da “Amerikan hegemonyasından yeni güçler dengesine” geçildiği bugünlerde, Türkiye’nin “merkez ülke” olup olmama konusunda karar vermesi gerekiyor. Birçoklarının Amerika’nın Irak’ı işgaliyle beraber varlığını fark ettiği Kuzey Irak, Türkiye’nin önümüzdeki yıllardaki jeopolitiğinin ana hatlarını en keskin şekilde çizmeye adaydır. Türkiye ya Kuzey Irak üzerinden çapını küçülten, derinliğini sığlaştıran asrı aşkın yüklerinden kurtulacak ya da Amerikan işgalinin yüzyıllar sonra yeniden açtığı “kimlik defterinin” tozlu sayfaları arasında sosyolojik ve siyasal patinajlara düşecek. Bu girdaptan kurtulmak ise ne olduğu belli olmayan bir örgütün kamuflajı altında küresel ve bölgesel operasyonların Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün dış politikasını (son dönem iç siyaseti de) esir almasına müsaade etmemeyi başaracak; kurumsal anlamda insicamlı ve istikrarlı bir irade ile mümkündür.
Anlayış, Temmuz 2007