Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin referandum kararı, Ortadoğu’da hâlihazırda devam eden siyasi ve güvenlik krizinin ne kadar derin olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Krizin mahiyeti ve seyri oldukça karmaşık olmakla birlikte; bu yeni durum, DEAŞ ve Suriye eksenli krizi aratabileceği ölçüde, dahası bu iki krizi eş zamanlı şekilde dönüştürebilir. Bu yeni durum aynı zamanda Türkiye’nin bölgeye dair önceliklerini etkileyen yeni bir meydan okumayı da beraberinde getirmiş durumda. Ankara-Bağdat ve Tahran arasında Kuzey Irak referandumu üzerinden oluşan yeni durumun hayli karmaşık bir zemin üzerine oturduğunu söylemek yanlış olmaz. Her üç aktör arasında öncelikli olarak bir güven problemi var. Bu güven probleminin sorunu çözmeye yönelik sağlıklı bir strateji geliştirmeyi ne kadar mümkün kılacağı ise ucu açık bir soru niteliği taşıyor. Diğer bir ifade ile tarafların hedefleri aynı olsa da birbirlerinin niyetlerinden emin olmadıkları görünüyor. Türkiye için en temel meydan okumalardan birisi, Kuzey Irak’ın istikrarının nasıl sağlanacağı meselesidir. Geldiğimiz nokta itibarıyla Kuzey Irak’ın istikrarı; Türkiye için başta PKK’yla askeri mücadelesi, enerji merkezli ekonomi-politik dinamikler ve bölgesel ölçekte özellikle İran’la farklılıkların yaşandığı bir dönemde Irak jeopolitiğinde bir derinlik kazanabilmek adına yaşamsal önemdedir.
İSTİKRAR NASIL SAĞLANACAK?
Öte yandan PKK-ABD eksenli değişen Kuzey Suriye denklemi, Türkiye için Kuzey Irak merkezli istikrarı daha hayati hale getirmiş durumdadır. Belki daha hayati olan nokta; Türkiye’nin son yıllarda terörle mücadele kapsamında Ortadoğu’daki askeri aktivizminin önemli ayaklarından birisini Kuzey Irak’ın teşekkül etmesidir. Ne var ki, bu istikrarın; “Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığı aracılığıyla mı?” yoksa “Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmadan mı sağlanacağı” mevzusu, Türkiye açısından bakıldığında birbirinden oldukça farklı iki sonuç doğuracak niteliktedir. Her ne kadar doğrudan bir bağımsızlık anlamına gelmiyor olsa da referandum kararının; bundan sonra Iraklı Kürtlerin gerek kendileri ve gerekse Türkiye’yle iletişimleri bakımından nasıl bir “ilişki modeli” kuracakları noktasında bir kırılma yarattığı aşikârdır.
İlk bakışta mevcut siyasi okuma ve bölgenin içinden geçtiği dönemin özellikleri dikkate alındığında; Türkiye’nin Kuzey Irak’ın istikrarını, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunacağı bir senaryo içinde tercih edeceği çok açıktır. Ancak gelinen aşamada bunun nasıl sağlanacağı tam olarak net değildir. Bu karmaşıklığın arkasında Irak ve bölgesel düzlemde yer alan birçok faktör yatmakla birlikte; Türkiye’nin yakın geçmişte devreye soktuğu politik serüvenine kısaca göz atmakta fayda vardır. Zira bundan sonraki sürece dair nasıl bir politika üretilmesi gerektiği konusunda bize önemi ipuçları sunmaktadır.
Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, gerçekte bir “ikilik” zemini üzerinde seyretmişti. Yani Türkiye, 2003 sonrası Irak merkezli yeni Kuzey Irak gerçekliğinin yapısal bir biçim almasını ‘zaman’ gibi son derece muğlak bir değişkene bırakarak, dönemsel kazançların daha faydalı olacağını düşünmüştü. Diğer bir anlatımla siyasi istikrar, ekonomik kalkınma ve refahın yaygınlaşmasının en nihayetinde Kuzey Irak’ı Türkiye’ye daha fazla bağımlı hale getireceğini düşünerek; etno-teritoryal merkezli Kürt milliyetçiliğinin tarihsel dönüşümünü ve ‘bağımsızlık arzusunu’ bu bağımlılık yüzünden gerçekçi veya gerçekleştirilebilir görmedi. Bu yönüyle Türkiye’nin bahse konu süreci, mevcut reel denklemin dışında farklı bir biçimde okuduğunu söylemek mümkündür.
Türkiye, öncelikle 2005 Irak Anayasası’yla birlikte zuhur eden yeni durumun; Irak Kürtlerinin, eğer Anayasanın federalizmle ilgili maddeleri tam manasıyla uygulanacak olsaydı (ki Türkiye bu maddelerin iki taraf arasında takibi, denetlenmesi yahut müzakere zemininde sağlıklı bir şekilde yürütülmesi konusunda çekingen davrandı), mevcut statüsünü hem ekonomik ve hem de siyasi ve teritoryal düzeyde değiştireceğini çok fazla önemsemeyerek, Irak siyasetindeki muğlaklığı, istikrarsızlığı ve ikili ilişkilerdeki iniş ve çıkışları Kuzey Irak merkezli istikrarlı bir politika üzerinden aşmaya çalıştı. Bu yaklaşım elbette Irak’ı bütünsel olarak ele almayı geri plana itmemişti. Türkiye’nin Kuzey Irak eksen siyaseti, Türkiye’de 2009 yılında Kürt meselesine dair ortaya çıkan “yeni siyaset arayışı” ile daha da pekişti. 2013’te Kürt meselesinin çözüm güzergâhına girmesiyle birlikte, Kuzey Irak tarihsel olarak oturduğu güvenlik-bürokrasi ekseninden çıkartılarak her alanda işbirliği yapılması gereken bir “ortak” haline dönüştürüldü. Nitekim tam da bu dönemde, Barzani’ye Türkiye’deki Kürt meselesine dönük “yeni siyaset” anlayışında rol verilerek, güvenliğin konuşulmadığı ancak bunun yerine siyasetin, diplomasinin ve işbirliğinin ilk sırada yer aldığı bir politika yeğlendi. Diğer taraftan Türkiye, doğal kaynakların yönetilmesine dair federal anayasada yer alan maddelerin, hem Irak Kürtlerinin hem de merkezi hükümetin “oyunbozanlığı” yüzünden sağlıklı bir şekilde işletilemiyor olması mevzusunu çözemeyip; buna mukabil petrol akışını olanaklı hale getirmeyi tercih emiş oldu.
MEZHEP SİYASETİ GERİLİMİ
Sonuçta, bu dönemde Ankara-Bağdat hattında, özellikle de Maliki döneminde uygulanan mezhep eksenli siyasetin neden olduğu gerginlikler, Türkiye’nin “ikili” bir Irak siyaseti izlemesine yol açtı. İlkesel açıdan ele aldığımızda Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması Türkiye’nin Irak siyasetinin yönlendirici ilkesi olsa da; dış politika pratikleri ve özellikle enerji ve ekonomik yatırımlar alanında atılan adımlar, Kuzey Irak’ı Türkiye’nin Irak’a dönük jeopolitik okumasında ayrı bir eksene dönüştürdü. Ancak Türkiye, Kuzey Irak merkezli siyasi-güvenlik ve ekonomik istikrarın sağlanmasında vazgeçilmez bir aktör haline dönüştükçe, Kuzey Irak’taki politik düzen ve etno-teritoryal yerel siyasal dinamikler, Türkiye’nin istemediği bir noktaya doğru evrildi.
Türkiye ise, bu dönemde iki yönlü bir okuma yaptı. Birincisi; Kürtlerin niyetini bağımsızlık arayışı bağlamında değerlendirmedi. İkincisi; bağımsızlık ihtimalinin coğrafi, ekonomi-politik ve jeopolitik gerçeklikler gibi bir takım nedenlerden ötürü gerçekleşmesinin zor olduğunu düşündü. Hâlbuki bu süre zarfında Suriye ve Irak merkezli yaşanan siyasi ve güvenlik depremleri, Türkiye’nin beklentilerinin tam tersine bir durum açığa çıkardı. Oysa bu dönemde daha hayati olan husus belki de, Türkmenlerin Irak merkezli karşı karşıya olduğu meydan okumaların üstesinden gelinememesiydi. Erbil merkezli enerji ve güvenlik sütunları üzerine oturtulan siyaset, Türkmenlerin Kerkük’te zemin kaybetmesine neden olurken; Barzani’nin Kürtleştirme politikasının manevra alanını da giderek genişletti. DEAŞ’la birlikte patlak veren hayatta kalma sorunu üzerine mezhep sarmalına tutulan Türkmenlerin, Şii kanadının Haşdi Şaabi milislerine katılmasıyla birlikte, Kürtler Kerkük’te siyasi ve güvenlik alanında güç temerküzü sağlayabilmek adına büyük bir “etnik boşluk” fırsatı yakaladılar. Bu esnada PKK, Kuzey Irak siyaseti içinde Süleymaniye’de gücünü konsolide ederken; Kerkük’te de -yine Kuzey Irak iç siyasetinin yaşadığı kırılmalar nedeniyle- Kürtler-arası rakip bir aktör olmaktan çıkarılarak muğlak dahi olsa bir partnere dönüştürüldü. Referandum akabinde PKK’lıların Kerkük’ü “rakiplere” karşı korumak için Vali Necmettin Kerim tarafından şehre girilmesine izin verilmesi; PKK’nın yöneticilerini valiliklerde ağırlanması; PKK’nın Türkmenleri provoke eden eylemlerine göz yumması vb. Kerkük eksenli birçok olay,mevzubahis ilişki ağının daha net şekilde anlaşılmasını sağlayabilir.
Kerkük’ün 2014 yılında, DEAŞ tehlikesiyle birlikte Irak ordusu tarafından Peşmergeye teslim edilmesi; Iraklı Kürtlerin bağımsızlık arayışının etno-topraksal iddiasının “can damarını” oluşturan milletçilik promosyonu daha güçlü bir biçimde mobilize olma imkânına kavuştu. Bu süre sarfında Barzani, “Peşmergenin kanın aktığı her yer Kürdistan’ın sınırlarını oluşturacak” şeklinde milliyetçi ateşi her geçen gün yükseltiyordu. Bölgesel düzeyde Suriye ve Irak’ta DEAŞ ile savaşın Kürtler arası ortak bir “kurtuluş” ve “kuruluş” söylem ve pratiği eksenine yerleştirilmesi ve bunun uluslararası toplumun, özellikle de ABD’nin jeopolitik projesinin merkezine oturtulması sayesinde Kürtler kendilerini ilk defa Türkiye-Irak ve İran denkleminin dışına çıkardıklarını düşündüler. Nitekim kendisini en çarpıcı biçimde “Kerkük, Kürtlerin Kudüs’üdür” timsalinde bulan etnik milliyetçi retorik, inceden yürütülen nüfus mühendisliği teknikleri, Peşmerge eksenli güvenlik sektöründe gerçekleştirilen tahkimat (örneğin 2014 sonrasında Kerkük polis teşkilatında yaşanan Arapsızlaştırma ve Türkmensizleştirme projesi) ve Kürtlerin nefes almasına vesile olacak doğal kaynakların kontrolüne olan güven (Kerkük’teki petrol şirketlerine Kürtlerin el koyması gibi), Kürtlerin bağımsızlığı bu sefer kotaracaklarını düşünmelerine sebep oldu.
BARZANİ’NİN TERCİHLERİ
Bütün bu arka plan dikkate alındığında, mevcut krizin nereye doğru evrileceği ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarının hangi sütun, yöntem ve araçlar üzerine oturtacağı bundan sonra hayati bir önem taşımaktadır. Zira bütün itirazlara rağmen referandum ile birlikte Barzani önemli bir kozunu kullanmış oldu. Bundan sonra önünde üç alternatif olduğunu söylemek mümkün gözüküyor. Bunlardan birincisi, Ankara-Bağdat ve Tahran arasında ortaya çıkan uzlaşma bağlamında tonu giderek artacak, araçları ise giderek çeşitlenecek bir baskıya maruz kalmasıyla birlikte referandumu iptal etmek. Bu senaryonun gerçekleşme ihtimali zor olsa da, Türkiye ve Irak yönetimlerinin özellikle sorunun Barzani yönetimi için“yumuşak karınlarından” birini oluşturan Kerkük’e odaklanarak referandumun maliyetini büyük bir stratejik kayba dönüştürmeleri bu opsiyonu Barzani için kabul edilebilir hale getirebilir. Böylesi bir durumun oluşması Kürtler açısından referandumu anlamsız hale getirebileceği gibi, Kuzey Irak bölgesini referandum nedeniyle geniş çaplı ve uzun süren bir istikrarsızlığa mahkûm edebilir.
Bu ihtimali destekleyen üç temel nedenden bahsedilebilir. Birincisi; Türkiye’nin Kerkük’e ilişkin hassasiyetidir. Kerkük Kürtler için ne kadar önemliyse Türkmenler ve Araplar için de aynı derecede önemli. İkincisi; Bağdat’ın Kerkük’ü bırakma niyetinin olmamasıdır. Üçüncüsü ise; Kerkük merkezli etnik bir çatışmanın çıkmasıdır. Şayet Irak, Türkiye ve İran’ın birincil hedefi referandumun iptali ise, o zaman bu üç aktör daha geniş kapsamlı askeri önlemler de alabilir ve bu durum Barzani yönetimini daha da zor durumda bırakabilir.
Barzani’nin önündeki ikinci alternatif ise, referandumu iptal etmeden Merkezi hükümet ile müzakere masasına oturarak 2005 sonrası müzakere edilmesi gereken başlıkların yeniden tartışılmasını kabul etmek ancak bağımsızlık konusunda Irak Anayasası’nın birinci maddesindeki Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlılığını açık bir şekilde deklare etmek. Merkezi hükümetin bu duruma yanaşmak isteyeceği ya da başlıkların ne kadarı konusunda uzlaşmacı davranacağı (aynı şey Barzani yönetimi açısından da geçerli) konusunda şüpheler olsa da Türkiye ve İran ile ABD gibi kilit aktörlerin bu pozisyonu tercih edilebilir buldukları söylemek mümkün görünüyor. Barzani’nin referandumla ilk elde edeceği amaçlardan birisinin bu olduğunu düşünürsek; hem Kuzey Irak siyaseti içindeki pozisyonu sağlamlaştıracak olması hem de gelecek seçimlerde bu vesileyle elinde yeni bir kullanışlı araç olacak olması kendisi açısından da bu durumu tercih edilebilir hale de getirebilir.
Barzani’nin diğer bir alternatifi ise tek taraflı bağımsızlık ilan etmek. Böylesi bir senaryonun gerçekleşme ihtimali oldukça zor gözükse de, özellikle Irak hükümetinin krizi aşma yöntemi olarak (amacı eğer hem referandumun iptal edilmesini hem de Kerkük’ün merkezi yönetime teslim edilmesini sağlamaksa) askeri seçenekleri geniş çaplı bir şekilde kullanma ihtimali karşısında Barzani’nin bunu deneyebileceği de akılda tutulmalıdır. Ancak bu adıma karşı diğer bölgesel ülkelerin göstereceği sert karşılık, Barzani için bu seçeneğin şimdilik tercih dışı bırakmasına neden olabilir.
Nihayetinde bundan sonra Barzani’nin yukarıdaki opsiyonlardan hangisini tercih edeceğini bölgesel ülkelerin takip edeceği politikalar belirleyecektir. Ancak bölgesel ülkelerin yönetmesi gereken bir kriz olduğu gibi; artık Barzani’nin de yönetmesi gereken bir kriz var. Etno-teritoryal Kürt milliyetçiliğinin ateş topu, artık Barzani’nin ellerinde. Kimi yakacağı ise belirsiz!
[Star Açık Görüş, 1 Ekim 2017].