1. Darbe girişimi sonrasında piyasalarda ilk tepkiler ne oldu?
Ekonomide kaçınılmaz bir olumsuz etki yaratması beklenen cunta girişiminin ardından ilgili kamu kurumlarının piyasaları rahatlatmak amacıyla belli başlı tedbirler aldıklarını ve finansal istikrarın bozulmaması adına “hazır ol”da beklediklerini hızlı bir şekilde açıklaması, kriz yönetimi adına oldukça mühim bir adımdı. Bu çalışmaların, hükümetin uluslararası yatırım şirketleriyle güven tesisine yönelik birebir görüşmeler yapmasıyla pekiştirilmesi de anlamlı oldu. Bu seri girişimlerin akabinde yeni hafta başladığında ise, yapılan açıklamaların yumuşatıcı etkileri dahilinde, piyasalarda sürpriz olmayan bir kısım oynaklıkların yaşandığı gözlendi.
Hareketli geçen ilk haftada Türkiye’nin CDS risk primi, 15 Temmuz’da bıraktığı 224,8 seviyesinden yükselerek, 21 Temmuz Perşembe günü 298,6 ile Şubat sonrası en yüksek düzeye ulaşmış oldu. Benzer bir eğilimle ABD doları/TL kuru da 3,098 ile zirveyi gördü. Tahvil piyasasında da satışlar görülürken, faizde yukarı yönlü hareketler 10 yıllık tahvili Perşembe itibarıyla yüzde 10,33 düzeyine taşıdı. Bu süre zarfında borsada da belirgin düşüşler yaşandı. 15 Temmuz Cuma günü 82.825 seviyesinden kapanmış olan BIST 100, bir hafta içerisinde kendini 72.802 düzeyinde buldu.
Elbette ilk hafta yaşanan bu gelişmelerin arka planında şokun yanı sıra, aynı haftaya denk gelen TCMB faiz kararı ve daha da önemlisi OHAL’e ilişkin tedirginliğin bulunduğunu belirtmek gerekir. Buna ek olarak özellikle S&P tarafından aceleyle verilen not düşürme kararı başta olmak üzere, kredi derecelendirme kuruluşlarından gelen haberler de gidişatta dikkat çeken olumsuz gelişmeler oldu.
Bununla birlikte özellikle 22 Temmuz Cuma gününden itibaren, tepkisel davranışların da eşliğinde piyasaların sarsıntıyı bir miktar hazmetmeye başladığı gözlendi. CDS Cuma günü düşerken, ikinci haftanın ortasında 277,1 oldu. Keza yeni haftanın ilk günlerinde dolar kuru 3,04-3,05 bandında yer ararken, 10 yıllık tahvil faizi de tek hanenin hemen altı ve üstünde hareketler sergiledi. Borsada ikinci hafta başı gözlenen gelişmeler ise kısmi bir düzelmeye işaret etti.
2. S&P’nin kararı nasıl değerlendirilmeli?
Darbe girişimi sonrasında kredi derecelendirme kuruluşlarından Moody’s, Türkiye’yi negatif izlemeye aldığını duyurdu. Çok geçmeden 20 Temmuz Çarşamba günü S&P ise, daha keskin bir adım atarak Türkiye’nin kredi notunu BB+ seviyesinden BB’ye düşürerek görünümünü negatif olarak onayladı. Kurum böylelikle Türkiye’nin notunu bir önceki yatırım yapılamaz seviyeden bir kademe daha aşağı çekmiş oldu.
Bu gelişmede dikkat çeken başlıca husus, S&P’nin Türkiye ekonomisinin umut vaat eden uzun dönemleri boyunca ülkeyi yatırım yapılabilir hale getirmek yönünde hemen hiçbir aksiyona geçmezken, bir kriz belirdiğinde not düşürme konusunda sergilediği telaştır. Bu telaşın, notun halihazırda yatırım yapılabilir “olmaması” nedeniyle daha da sorgulanır bir hal aldığı ifade edilebilir. Bununla birlikte kuruluşun gelişmeleri yüksek bir politik risk olarak algılayabileceği senaryosuyla yola çıkılsa dahi, hükümetin aldığı hızlı tedbirler ve geleceğe yönelik kararlı vaatler çerçevesinde, aceleci davranmak yerine “bekle ve gör” stratejisi izlemesi makul olabilirdi.
Bu noktada ise S&P’nin, hükümetin söz konusu kararın açıklanmasından önce yaptığı görüşme teklifine dahi olumsuz cevap vererek ilerlemesi, süregelen sübjektif tutumunun devamı niteliğindedir. Objektiflik konusundaki soruna bir örnek olarak; verilen not çerçevesinde Türkiye’nin, ciddi ekonomik ve politik problemlerle mücadele eden Brezilya ile aynı seviyeye getirildiğini ve yine ekonomide gri bir tablo çizen Güney Afrika’dan ise 2 kademe aşağıda konumlandırıldığını hatırlatmak yerinde olacaktır.
3. Fitch ve Moody’s nasıl hareket edecek?
S&P Türkiye’yi bugüne kadar yatırım yapılabilir düzeyde konumlandırmadığından, olumsuz kararının ekonomiye kalıcı mahiyette sarsıcı bir etkisi olduğu söylenemez. Bununla birlikte, S&P’nin almış olduğu kararın, Türkiye’yi yatırım yapılabilir olarak notlandıran Moody’s ve Fitch’i olumsuz etkileme ihtimali göz ardı edilemez. Söz konusu iki derecelendirme kuruluşu nezdindeki her iki notun da yatırım yapılabilir eşiğin hemen üzerinde olması ise konunun ehemmiyetini artırmaktadır.
Moody’s cephesine bakıldığında, Mayıs 2013’te Türkiye’yi yükselttiği BAA3 kademesini o günden bugüne koruduğu ve 2014 Nisan ayında görünümü durağandan negatife çevirmek dışında herhangi bir aksiyon almadığı hatırlanacaktır. Fitch ise Kasım 2012’de Türkiye’ye verdiği yatırım yapılabilir gruptaki BBB- kararı sonrasında, not ve durağan görünümde herhangi bir oynama yapmamıştı. Gelinen noktada yapılan açıklamalarda ise her iki kuruluşun da Türkiye’yi kısa dönemde sıkı markaja alacağı çok net görülüyor.
Bu çerçevede darbe girişimi sonrası Moody’s’in yaptığı açıklamalardan; kuruluşun, Türkiye’deki siyasi riskleri, gelişmelerin yabancı yatırımcı üzerindeki etkilerini ve ayrıca yapısal reformlara ilişkin ajandanın geçerlilik durumunu gözlemleyeceği anlaşılıyor. “Bekle ve gör” modunda bir duruş sergilediği söylenebilecek Moody’s’in son söylemleri ise, 5 Ağustos tarihinde yapması beklenen değerlendirmeyi bir ihtimal pas geçerek gözlemlerini birkaç aya yayabileceğinin sinyallerini veriyor.
Öte yandan Fitch’in de benzer bir şekilde, darbe girişimi sonrası siyasi riske dikkat çektiği ve buradan hareketle özellikle kredi itibarını ve yapısal reform vizyonunu sorgulayacağı anlaşılıyor. Ayrıca gelişmelerin yabancı yatırımcı iştahını ciddi ölçüde etkilemesi halinde dış finansman gereksinimi konusunun endişe yaratacağı riskini göz önüne alıyor. Fitch’in bu kapsamda Türkiye’nin yabancı para cinsinden kredi notunu 19 Ağustos’ta vermesi beklenirken, 23 Temmuz günü açıklamış olduğu not indirimi kararının ise TL cinsinden kredi notuna dair olduğunun altını çizmekte fayda var. Bu bağlamda BBB’den BBB- seviyesine çekilen söz konusu not halen yatırım yapılabilir düzeyde kalırken, değişimin derecelendirme kriterlerinde yapılan genel bir metodoloji revizyonundan kaynaklandığı ve sadece Türkiye’yi etkilemediği anlaşılıyor.
Tüm bu bilgiler ışığında Moody’s ve Fitch’ten gelecek kararın, önümüzdeki haftalarda siyasi risklerin orta ve uzun vade yönünde ne derece giderildiğine dair sinyallere odaklanacağı söylenebilir. Bunun yanı sıra Türkiye ekonomisinin esas ajandası olan reformlar konusunda hükümetin icraatçı bir imaj çizmesi de bir diğer kritik faktör olacaktır. Bu iki ayak, yabancı yatırımcının da bu süreçteki iştahını etkilemek ve hareketleri sakinleştirmek adına önem taşıyor. Öte yandan Türkiye ekonomisinin sağlam mali yapısı, güçlü bankacılık sektörü ve büyüme potansiyelinin sürdüğüne ilişkin göstergeler gözlenecekken, para politikasında enflasyon bağlamında gelişmelerin de takibe alınacağı ifade edilebilir.
4. Uluslararası paydaşların görüşleri ne yönde?
Cunta girişimi sonrası kamu kurumlarının ekonomi yönünde attığı hızlı adımlar IMF başta olmak üzere ilgili uluslararası kuruluş ve uzmanlarca takdir toplarken, Türkiye’nin söz konusu hamlelerle finansal piyasaları sakinleştirdiği görüşü oluştu. Bu minvalde piyasaların kesintisiz işlemesi ve herhangi bir aksaklık yaşanmaması da olumlu karşılanan bir başarı oldu.
Öte yandan ilk etaptaki hızlı etkileri ilk soruda da özetlenen cunta girişiminin kısa vadede çok yıpratmadan atlatılması mümkünken, Türkiye ekonomisinin daha ziyade orta-uzun vadede makro göstergelere zarar verecek riskleri bertaraf etmeye odaklanması gerekiyor. Nitekim gerek iç gerekse dış ekonomik aktörlere, siyasi istikrarın ve bununla bağlantılı olarak ekonominin geleceğine dair güven tesis etmek şart. Bu bağlamda ise, özellikle dış paydaşların tedirginliklerini gidermek ana madde olarak beliriyor. Zira yabancı basında çarpıtılan yıpratıcı haberlerin de menfi etkisiyle uluslararası iş dünyasında soru işaretleri oluştuğu gözleniyor. Yapılan kapsamlı görüşmeler, Türkiye’nin atlattığı badire ile bunun potansiyel ekonomik etkilerinin, Arap dünyası ve bazı Asya ülkeleri için nispeten daha az sorun teşkil ederken özellikle Batı ekonomileri için ikna edici çalışmalar gerektirdiğine işaret ediyor.
5. Ekonomide güveni toparlamak için ne yapmak gerekir?
Güven tesisi konusunda, hükümetin 15 Temmuz sonrası bolca sarf ettiği kararlı söylemler ve hayata geçirdiği yoğun çalışmalar hiç şüphesiz değer taşıyor. Bununla birlikte uluslararası arenada özellikle, Türkiye’de “süren ve güçlenen” demokrasi ile siyasi istikrarın varlığının altını çizmek önem arz ediyor. Bu doğrultuda dünya kamuoyuna, Türkiye’nin askeri darbelerin yapılabildiği çağ dışı bir ülke olmakla ilgisi olmadığı ve yaşananın, askerin içine sızan FETÖ terör örgütünün planı olduğu vurgusuyla yaklaşmak yerinde olacaktır. Buradan hareketle ikincil vurgu ise ülkedeki kurumların ilgili örgütten temizlenme operasyonunun ve bu kapsamda süreci etkin kılmak için getirilen OHAL’in, geleceğe yönelik riskleri elimine edeceği olmalıdır.
Demokrasi ve istikrar vurgularına dokunan bu zeminin oluşturulmasının yanı sıra Türkiye ekonomisinin sağlam yapısını koruyacağına ve yatırım dostu büyüyen bir pazar özelliğini güçlendireceğine dair mesajlar da stratejinin ikinci ayağını oluşturacaktır. Bu doğrultuda ise icraatlar ve makro göstergelerin ikna edici olması kadar tüm ilgili mesajların etkin iletişiminin sağlanması da kritik önem taşıyor.
Bu gereksinim çerçevesinde ise; yabancı basından objektif isimlerle irtibata geçip mevcut ortamı bizzat müşahede etmelerini, Türkiye ve yurt dışındaki yabancı iş dünyası paydaşları ile bir araya gelerek ülkelerine sağlıklı mesajlar iletmelerini, iş insanları, STK’lar ve akademisyenleri içeren çekirdek ekipler oluşturarak yurt dışında ikna edici çalışmalar yapmalarını ve web siteleri ile sosyal medyanın yabancı dillerde aktif kullanılmasını sağlama yönünde çalışmalara odaklanmak gerekiyor. Tüm bunların ilgili kurumlarca koordineli bir şekilde gerçekleştirilmesi ise kritik önemi haizken, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) tarafından 26 Temmuz tarihinde açıklanan seferberlik bu doğrultuda umut vaat ediyor.