Geçen ay yapılan seçimler sonrasında Avrupa Parlamentosunda oluşan tablo AB’nin yönetiminde etkili olacak kurumların yöneticilerinin belirlenmesi için yapılan güç mücadelesini önceki dönemlere göre çok daha sert hâle getirdi.
Haftalardır Birliğin hükûmeti niteliğindeki Avrupa Komisyonunun ve başkanlık konseyi diyebileceğimiz Avrupa Konseyinin başkanının kim olacağı tartışılıyor. Bunların yanında Avrupa Parlamentosu ile Avrupa Merkez Bankası başkanlığı görevlerini de kimlerin üstleneceğine dair amansız bir mücadele devam ediyor.
Hafta sonu AB devlet ve hükûmet başkanları 21 saat bu görevlere kimlerin geleceği konusunda tartıştılar ve anlaşamadan ayrıldılar.
Bu neyin göstergesi?
Öncelikle Almanya’nın artık eskisi gibi Avrupa Birliği’ne kendi rengini vermekte zorlandığını gösteriyor. Bu ülkedeki merkez partilerinin krizi Almanya’nın nüfuzundaki azalmanın temel nedeni gibi görünüyor. 13 yıldır AB’yi içine düştüğü krizlerden sakin sulara taşıyan Merkel’in son günlerde yaşadığı titreme krizleri Almanya ve AB’nin ABD, Çin ve Rusya karşısındaki pozisyonunu da sembolize ediyor.
İkinci olarak yaşanan bu kriz Berlin ile Paris arasındaki, AB’ye her zaman yön veren harmoninin devam etmediğini gösteriyor. Almanya ve Fransa’nın yukarıda değinilen pozisyonlara gelecek kişiler konusunda uzlaşması aslında diğer ülkelere bu kişileri kabul ettirmelerini kolaylaştırırdı ancak görünen o ki Berlin ile Paris arasında bu konuda uzlaşı değil rekabet hâkim.
Almanya-Fransa ekseni zayıflayınca AB içerisinde çok sayıda gruplaşma ortaya çıktı.
Doğu Avrupa ülkeleri, AB’nin en yüksek makamlarının başına geçecek kişiler belirlenirken mülteci meselesi ve içişlerine karışma konularında kendilerini rahatsız edecek adayları bloke etmeye çalışırken, sosyal demokrat partilerce bu konuda daha toleranslı adaylar öne çıkarılmak isteniyor. Avrupa Halk Partileri grubu AP seçimlerinde komisyon başkanlığı için aday gösterdikleri Manfred Weber’in başkanlığı konusunda ısrar ederken, sosyalist grup Frans Timmermans’ı komisyon başkanı yapmak istiyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ise liberal aday Margrethe Verstager’i mümkünse komisyonun, olmazsa başka üst düzey bir AB kurumunun başına getirmek istiyor. Macron ayrıca eski IMF Başkanı Christine Lagarde’ı Avrupa Merkez Bankası’nın başında görmek istiyor. Son seçimlerde Almanya gibi ülkelerde ciddi başarı kazanan Yeşiller de artık AB’nin üst kurumlarında temsil edilmek istiyorlar ve Avrupa Parlamentosu başkanlığına talipler.
Avrupalıların AB üst pozisyonları konusunda rekabet içerisinde olmaları doğal belki, ancak bu rekabetin dünya politikasının giderek sertleştiği ve Avrupa’yı bekleyen iç ve dış tehditlerin arttığı bir dönemde bir krize dönüşmesi ciddi bir sorun. Bu kriz bir şekilde aşılacaktır kuşkusuz, ancak söz konusu pozisyonlara zorlama bir şekilde belirlenecek isimlerin bütün AB ülkelerinde kabul görme düzeyi Birliğin bundan sonraki işleyişini önemli ölçüde etkileyecektir.
Yeni pozisyonlar belirlenirken rahatsız edilen kesimlerin ve ülkelerin sayısının fazla olması AB içerisinde yeni ve daha büyük krizlerin habercisi olacaktır. Bu kadar geniş ve çoğulcu bir yapının sorunsuz bir şekilde işleyişi ancak bütün kesimlerin isteklerinin bir şekilde dikkate alınmasını sağlayacak kuşatıcı bir liderlikle mümkün olacaktır.
Avrupa Birliği’nin böyle bir liderlikten her zamankinden daha uzak olduğunu ifade etmek gerek. Mülteci sorunlarının ve ekonomik problemlerin çözülmesinde yaşanan aksaklıklar içeride aşırı sağcı ve AB karşıtı partilerin yükselişine yol açarken, dışarıda ABD ve Rusya’nın giderek daha fazla öne çıkardığı güç politikaları Brüksel’i zorluyor.
Böyle bir dönemde Avrupalı liderlerin Birliği ayakta tutmak için geniş bir uzlaşı görüntüsü vermeleri gerekirken Brüksel’den gelen kriz haberleri AB’nin hiç de iyi bir yolda olmadığını gösteriyor.
[Türkiye, 3 Temmuz 2019].