Sonuç kısmında dillendirilmesi adet olanı başta söyleyim; medyatik (araçsal) görüntüde söz konusu olan, varlığın gerçekliğini kendi iradesiyle ortaya koyması değil, onun gerçekliğinin kendisi dışındaki araçlar tarafından elde edilmiş görüntüsünün yeniden sunumudur. İHH’nin Gazze ablukasına yönelik “insani yardım” girişimi gayri insani bir karşılık görerek “kahraman” İsrail komandoları tarafından püskürtüldü. Gerçi karşılarında plastik sandalye gibi hiç de alışık olmadıkları bir mukavemet aracını gören “seçkin birlikler” kısa süren bir bocalama dönemi yaşadılar; ama bütün dünyanın şahit olduğu gibi bu bocalama kısa sürdü ve ardından doğal savaşçı refleksin harekete geçmesiyle tam otomatik silahların tetiğine davranan parmaklar insani yardımı yarıp geçti.
Yukarıda “bütün dünyanın şahit olduğu” derken, içimde bir tereddüt de hâsıl olmadı değil. Zira erbabının uzun süre devam ettireceği anlaşılan siyasi, ideolojik, diplomatik tartışmaları yetkililere bırakırsak, İsrail saldırısını medyatik gerçeklik boyutuyla da irdelemek gerekiyor. Olayın gerçekleştiği 31 Mayıs sabahından itibaren İsrail’in uyguladığı bilgi karartması, bu tür durumlarda devletlerin kendi aleyhlerine kullanılabilecek iletişim süreçlerini kontrol altına almak için sıkça başvurdukları bir yöntem. Böylece, aniden gelişen ve millî itibarı tehlikeye düşürebilecek haberlerin perdelenmesi (sansür), çarpıtılması (manipülasyon), bir kısmının saklanması (mizenformasyon) ve yalan versiyonlarının üretilmesi (dezenformasyon) için hem zaman kazanılmış oluyor, hem de olaya müdahil olabilecek üçüncül aktörlerin tereddüde düşmesi ve gecikmesi amaçlanıyor. Gazze konvoyuna saldırı sırasında İsrail bütün bu taktikleri başarıyla uygulayarak basın özgürlüğünün konusu olması gereken uluslararası karasularda gerçekleşen bir katliamı, askerî-stratejik istihbaratın alanı içerisine çekti. Benzer uygulamaları, ABD ve İngiltere’nin Irak saldırısı sonrası, medya literatürüne kazandırdığı (!) “embedded” gazetecilik tarzında da görmüştük. O zaman da işgal kuvvetleri bünyesinde, onların himayesinde, onlara “ilişik” olarak cepheye giden, böylece dış haberciliğin en önemli lojistik sorunlarından biri olan “olay mahallinde bulunma” engelini aşan “en seçkin gazeteci birlikleri”, dünya kamuoyunu aydınlatmışlardı(!)
İşte, uluslararası sular katliamıyla ilgili Hürriyet ’te yer alan “özel fotoğrafları” görünce, 28 Mart 2003 tarihinde yine Hürriyet’in yayımladığı, iliştirilmiş gazetecilik örneklerinden, erbabınca meşhur “ikisi de çaresiz” fotoğrafını hatırladım. SETA için Hakan Çopur ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Türk Basınında Dış Habercilik” araştırmasının kapağında da kullandığımız fotoğraf, gazetenin orta sayfasında, yere oturmuş bir Iraklı sivil ve ayakta silahını ona doğrultmuş, tam teçhizatlı bir İngiliz askerini gösteriyordu. Yalınayak Iraklı sivil, ellerini önüne koymuş, başını eğmiş durumdayken, tam teçhizatlı İngiliz askeri Onbaşı Steve Ritson (adı özellikle belirtiliyordu) muzaffer ve tehditkâr bir ifadeyle onun başında dikiliyordu. Irak’ın ve o bölgeye yerleşen koalisyon güçlerinin tarihî, siyasî ve askerî gerçekliği hakkında bilgi sahibi olan okuyucu, ilk anda işgalci bir asker ile onun karşısında çaresiz kalmış bir sivil Iraklı arasındaki eşitsizliği fark edecektir. Ancak, gazetenin fotoğrafa düştüğü “İkisi de çaresiz” yorumu, medyatik görüntünün sunduğu gerçekliğin bile yazı yoluyla çarpıtılabileceğine dair bir örnekti. Adı belirsiz, anonim -ve dolayısıyla varlığı önemsiz- Iraklı sivilin neden çaresiz olduğu açık; çünkü esir alınmış ve silahsızdı. Silahlı İngiliz askerinin çaresizliği ise, daha derin sofistike duygularda yatıyor değilse eğer, bir hüsn-ü kuruntudan ibaret olmalıydı. Asker kontrollü “embedded” gazeteciliğin nadide ürünlerinden olan bu fotoğrafla ilgili bir başka sorunu ise, yedi yıl sonra, “Türk Basınında Dış Habercilik” araştırmasını yaparken fark ettik; Reuters mahreçli gösterilen fotoğrafı kapakta kullanmak için Reuters’e ulaştığımızda, fotoğrafın AFP tarafından çekildiği ortaya çıktı. Fakat fotoğraf, Hürriyet tarafından Reuters’e mal edilmişti. Eh, gazeteciliği militarizme iliştirince böyle kaynak sorunları, iş kazaları yaşanmasını yadırgamamak lazım.
Benzer bir iş kazası İsrail’in insani yardım konvoyuna saldırısı sonrasında da vuku buldu. Hürriyet’te Selçuk Yaşar imzasıyla yer alan haber, İHH gönüllülerinin eline geçen yaralı İsrail komandolarını gösteriyordu. Yerel ölçekte kimileri bunun İsrail ordusunun karizmasını çizdiğini söylerken, küre çapında sesi daha gür çıkan İsrail propaganda mekanizması, bu fotoğrafları, yaralı askerlerinin işkence gördüğünün ispatı olarak sundu.
“Gazetecilik başarısı” kurbanı
Uluslararası sularda can veren dokuz insanı ve 50 yaralıyı bile yok sayacak bir propaganda sisteminin işlemesinde Hürriyet ’in fotoğrafları da karınca kararınca bir katkıda bulundu. Fakat asıl sorun, “ikisi de çaresiz” fotoğrafında olduğu gibi kaynak konusunda ortaya çıktı. Muhabir Selçuk Yaşar “bir İHH gönüllüsü” ifadesiyle yetinip kaynağını açıklamama şeklindeki meslekî hakka sığınırken, kamuoyu sırasıyla Gerçek Hayat Muhabiri Adem Özköse, İHH Basın Merkezi Müdürü Yavuz Dede ve son olarak Kanadalı bir gönüllüyü fotoğrafları sızdıran ya da satan “şüpheliler” olarak tanıdı. Sonuçta birkaç zor gün geçiren “şüpheliler” aklanırken, Hürriyet muhabirinin fotoğrafları ele geçirme yöntemi de anlaşıldı; ortada bir el çabukluğu söz konusuydu. Bir İHH gönüllüsünün İsrail tarafından silinen hafıza kartındaki fotoğrafları, kurtarma programıyla geri getirip dizüstü bilgisayarına yükleyen acar muhabir, boş olduğunu söylediği kartı gönüllüye iade etmişti. Ardından, ertesi gün fotoğraflar İHH mahreçli olarak manşete çıkınca, kimlerin sıkıntılı günler geçirdiğini etmek zor olmasa gerek: Bütün bir kurum olarak İHH, Yavuz Dede, Adem Özköse ve elbette hafıza kartının boş olduğunu zannederek suistimal edilen, Hürriyet ’in “gazetecilik başarı”sının kurbanı İHH gönüllüsü...
Genç ve muhtemelen kariyerist muhabirin kaynağı kurban eden, meslek etiği bakımından sorunlu ve alengirli yollarla ürettiği haberin Hürriyet ’in manşetinde yer bulmasından geçtim; hatta bunun İsrail propagandası ve dezenformasyonuna sağladığı mütevazı katkıyı da eski bir alışkanlık olarak görüyorum. Benim aklım, dokuz can ve 50 yaralının mağduriyeti ortada dururken, kendi camiaları içinde izah edilemeyecek duruma düşürülen yeni mağdurlar oluşturmayı göze alan, gözünü gazetecilik bürümüş bu başarıyı almıyor. Ne sihir ne keramet, el çabukluğu marifet gazeteciliği!
Peki, bu başarının mağdurları sadece zan altında kalan gerçek mağdurlar mıydı? Elbette hayır; komandoları üzerinden karizmasının çizilmesi pahasına, İsrail de bu fotoğraflardan medyatik bir mağduriyet üretmeyi başardı. Alın size uluslararası sulardan iki medyatik başarı ve iki mağduriyet öyküsü; hangisi gerçek başarı, hangisi gerçek mağduriyet, karar sizin.