Türkiye'de medyanın serencamı konulu bir yazıya, klişe de olsa “Türkiye nevi şahsına münhasır bir ülke” gibi bir tespit ile başlanabilir. Zira Türkiye’de medyanın durumu da gerçekten nevi şahsına münhasır bir görüntü çiziyor. Yöntemsel olarak emperyal gururu olan ülkelerin istisnailik iddiasına delalet eden nevi şahsına münhasırlık iddiası, iyi idare edilmediği takdirde kibir ve gururun karışımına dönüşebilir. Türkiye ile ilgili analizlerdeki en temel sıkıntı da buradan, yani kibir ile gururun ayrıştırılmamasından kaynaklanıyor. Bu da, kibrin, benmerkezci bir pozisyondan konuşan, temelsiz, ahlakçı iddialarına karşın gururu savunanların pozisyonlarını maddi gerekçelerle ya doldur(a)mamaları ya da doldurmaya tenezzül etmemeleri durumunu ortaya çıkarıyor. Türkiye’de medyanın kendine özgülüğü de işte tam bu noktada, Türkiye’nin birkaç asırdır süregelen ve hâlâ çözülememiş “gururun ekonomisi” olarak adlandırabileceğimiz temel bir problemde; yani gururun nasıl, ne şekilde ve kimler tarafından üretileceği, tüketileceği, paylaşılacağı ve dağıtılacağı meselesinde kendini gösteriyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de medyanın durumu, “medyanın ne durumda olması gerektiği” tartışmalarına göre istisnai, ancak Türkiye’nin genel gidişatı açısından son derece sıradandır. Bunun en önemli göstergelerinden biri, bulvar gazeteciliği ile fikir gazeteciliği arasında belirgin bir ayrım olmamasıdır. Bu tespit, “Ciddi gazete siyah beyaz olur” temelli, yıllardır devam eden yarı-aydın aydınlanmışlığının o çokbilmiş kendinden eminliği ile karıştırılmamalıdır. Bu iddianın karşıt versiyonu ise magazinin de medyada yeri olduğu, fikir gazetesi iddialarının elitizmden kaynaklandığı, oysa bu fikir-magazin karşıtlığının yapay bir ayrım olduğu şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu iddia gerçekten doğru da olabilir. Ancak basit bir popülarite tespiti ile bu devasa sorunu tüketmeye çalışmak pek de mümkün değil. Zira magazinin de medyada yeri olduğu iddiasını paylaşmak, magazinin daha yüksek seviyeli ve kaliteli olmasını bekleme hakkımızdan feragat etmemizi gerektirmiyor. Ne yazık ki, Türkiye’nin magazini de kaliteli değil ve bu durum asıl sorunun başka yerde olduğuna işaret ediyor. Türkiye’de medyanın bu durumu aslında büyük oranda “Türkiye’nin ne olmak istediği” sorusuna verilen farklı cevapların sahipleri arasındaki kıyasıya mücadeleyle doğrudan alakalı. Bu mücadelenin daha eski ve daha basit bir versiyonu olan 28 Şubat döneminde medyanın işlevinin ne olduğuna bakıldığında, medyanın çatışmada nasıl doğrudan taraf olduğu da rahatça görülür. Bu nedenle de Türkiye’de medya, demokratik bir hukuk devletinde olması gerektiği varsayılan, halkın hükümetin işleyişi ile ilgili haber alma özgürlüğünü ve demokrasinin daha sağlıklı işlemesini temin eden bir yapıya sahip değil. Aksine henüz durulmamış bir mücadelede medya, taraflara cephane taşıdığı oranda değerli görülüyor. Dolayısıyla medyanın asıl işlevi, kalitesi, haberlerinin içeriği, yayınlarının çizgisi hep ikincil kalıyor. Tam da bu nedenle Anlayış’ın 2008 Nisan sayısında Türkiye’de medya etiğinin yerleşmesine daha epeyce zaman olduğunu söylemiştik. Zira Türkiye’de bir medya etiği, çatışmanın taraflarının uzlaşması ya da birinin diğerlerine galebe çalması ile oluşacak. Küçük bir ihtimal de olsa, Türkiye’nin varlığı konusunda elitler arasında bir toplumsal mutabakat sağlanırsa, o zaman medyada düzey görmeye ya da bir etik tartışmasına geçmeye hazırlanabiliriz. İşte Türkiye’de medyanın nevi şahsına münhasırlığı tam da buradan kaynaklanıyor. Yaman bir mücadeleye rağmen durgun bir görüntü veren, dip akıntıların son derece güçlü olduğu ve her şeyi her an alt edebilme imkanının var olduğu Türkiye’de, sular durulmadıkça medyaya da bildiğimiz anlamda bir nitelik gelmeyecek. Türkiye’de medyanın nitelik kazanması ise artık mücadelenin hızını kaybettiği anlamına gelecektir. Tüm bu dip akıntı okumalarına rağmen, Türkiye’de medya sorununun meslekî eğitimin zafiyetinden kaynaklandığı iddiası alıcı bulabiliyor. Bu iddia kısmen doğru olmakla birlikte, sadece bir sonucun sebep olarak okunmasından ibarettir. Zira medyanın yönelimi ya da işlevi farklı olsa idi, bugün medyada önemli yerleri işgal eden birçok kişi düzey, bilgi ya da düşünce eksikliğinden tasfiye olmuştu. Ancak medya bilgi ya da analizin değil, mücadelenin parçası olduğundan bu tür isimler de bir yerlerde dillerinin keskinliği ya da ilişkilerinin derinliği nispetince kendilerine yer buluyorlar. Yukarıda anlattığımız hikaye, medyanın önemli pozisyonlarını işgal eden isimlerce, özellikle de medya sahipleri, medyaya yatırım yapanlar ve üst düzey yönetimlerce oldukça iyi biliniyor. Tam da bu nedenle medyanın el değiştirmesi Türkiye’de kıyametler koparıyor zaten. Hatta daha da ileri gidersek, eğer Türkiye’de medyanın işlevi farklı olsaydı, medya elitleri de çok daha severek, üretken ve iyi gazetecilik yapabilecek kapasite ve ekibe sahip olurlardı. Ancak bu durum, medyada tüm pozisyonların mevcut iktidar ilişkisinin yönelimine göre belirlenmesinden dolayı gerçekleşme imkanı bulamıyor. Medya etiği, medyanın durumu, magazin gazeteciliği vs. gibi eleştirileri sıralayanların gözden kaçırdığı ya da örttüğü şey işte tam da budur: İktidar ilişkilerinin son derece dinamik ve değişken olduğu ülkede tarafların bu eleştirileri tartışacak lüksü olmadığı anlaşılamıyor. Liberal bir çerçevede konu ele alınıp, klasik medya teorileri ezberine göre tartışılınca da Türkiye’deki yakıcı iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin istisnailiği ıskalanarak, konu basit bir ilke ya da yeterlilik sorununa indirgeniyor. Osmanlı’da ilk kurulan gazetelerden Cumhuriyet’i şekillendiren evliliğe, liderlerin masasına kimin oturacağı çekişmesinden Takrir-i Sükûn Kanunu’na, cuntacı gazetecilerden yüzlerce yıl hapis cezası alan gazetecilere, 16-17 sene önce sayfaları matbaadaki müdahaleden dolayı boş çıkan gazetelerden gazeteci kimliği ile militanlık yapanlara kadar zaman zaman dozajı azalıp artsa da süregelen bir mücadele söz konusu. Elbette bazı noktalarda ciddi bir irtifa kaybından ve bunun sebeplerinden bahsetmek de mümkün: Mesela, Türkiye’de özel televizyonların tarihinin henüz yirmi yılı dahi bulmadığı ve bu etkinin medyayı her düzeyde etkilediği de unutulmamalı. Bu kurumların eleman ihtiyacını karşılamak amacıyla ilk yıllarda izledikleri istihdam politikalarının yarattığı sorunlar halen medyayı olumsuz etkiliyor. Belli ideolojik pozisyonlarla kurulan medyanın, açıldığı yıllarda getirdiği haksız rekabet de genel kalitesinin düşmesinin sebeplerinden biri. Siyasi iktidara ortak olma ve devlet zenginliğini paylaşma mücadelesine siyasi kılıf giydirme yolunda meşruiyet üretme aygıtları olarak son derece kârlı işletmeler haline gelen medya organlarının on yıl öncesine kadar verdiği aşırı maaşlar da bu çerçevede görülmeli. Ancak bu yayın organlarının sahipleri gerçekten de yayın kalitesini önemsemiş olsalar ve Türkiye’de gerçekten sorun sadece medya sorunu olsaydı, tüm bu olumsuzluklara rağmen durum böyle kalmaz; böyle başlamış olsa dahi böyle devam etmezdi. Tüm bu nedenlerle Türkiye’de taraflar sıcak mücadele içerisinde kalite değil, el üstünlüğü peşindeler. Bu da, medyayı idare andıçları ve yeterince araştırılmamış haberlerin manşetten verilmesi gibi bariz sorunlara yol açıyor. Zira halen çekişmenin güçlü, nihai galibin belirsiz olduğu ülkede tüm taraflar bu mücadeledeki en önemli güçleri olan söylemlerinin daha da yaygınlaşması için büyük tirajlara, yüksek izlenme oranlarına ihtiyaç duyuyor. Mücadele bu kadar çetin devam ettiği sürece medya da böyle devam edecek gibi. Ne zamanki mutabakat sağlanır; o zaman zekâ ve birikimlerinin değil dillerinin keskinliği ile prim yapanların düşüşüne, niteliğin ise yükselmesine şahitlik ederiz. O zaman geldiğinde belli bir kaliteye ulaşmak yine de zaman alacaktır, ancak en azından düzelme artık bir zaman sorunu haline gelecektir. İşte bu yüzden Türkiye’de medyanın serencamı nevi şahsına münhasırdır.
Anlayış - Aralık 2009