Türkiye 31 Mart'ta gerçekleşecek yerel seçimlere odaklanmışken dış politikada hareketlilik devam ediyor. Bu hareketliliğin sıklet merkezini ise Suriye oluşturuyor. Suriye'de işler hiç de umut vaat etmiyor. Şu aşamada Suriye'ye yönelik beklentileri yüksek tutmak da pek doğru olmaz. Sahada her bir aktörün kendi hesabı, öncelikleri ve oyun planı var. Türkiye, Rusya, İran ve ABD sahada sonuç üretebilecek aktörler ancak her birinin oyun planı hem farklı hem de birbirlerine karşı. Türkiye aynı anda iki süreci eş zamanlı bir şekilde yürütmek durumunda. Biri Fırat'ın doğusu diğeri ise İdlib meselesi.
Birincisi ve belki de en önemlisi Suriye'deki PKK meselesi. PKK meselesinin aşağı yukarı yüzde 30'unu Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatlarıyla Türkiye halletmişti. Ancak geride işin asıl yüzde 70'lik kısmı hala duruyor. PKK'yı elimine etmek, topraksız bırakmak ve mevcut siyasi, ekonomik ve askeri gücünü tasfiye etmek gibi çok net bir amaç var ortada. Gelin görün ki PKK-YPGmeselesi aynı zamanda bir ABD meselesine dönüşmüş durumda. İşler böyle olunca jeopolitik durumun teşhisini yapmak ve oradan bir vaziyet çıkarmak epey zorlaşıyor. Zira Türkiye ile ABD arasında yaşanan sürecin nereye doğru evirileceğini kestirmek epey zor. Başkan Trump'ın çekilme kararından hızlı bir sonuç çıkarmanın kolay olmadığını birçok defa söylemiştik. Nitekim öyle de oldu.
Çekilme kararının ardından iki aydan fazla bir süre geçmesine rağmen çekilme sonrası Fırat'ın doğusunda nasıl bir düzen oluşturulacağı hala belirsizliğini koruyor. ABD açısından ortada üç yol var. Birincisi ABD'nin Türkiye ile öyle ya da böyle bir anlaşma yaparak Türkiye'ye kendi sınırı boyunca bir güvenli bölge oluşturma konusunda imkan tanıması. Bu güvenlik bölgenin içinde ABD, PYD-YPG'nin silahsız bir şekilde var olabileceği başka güvenli alanlar yaratarak bu alanların güvenliğini "uluslararası bir güç" tarafından korunmasını sağlayacak bir mekanizma kurmak istiyor. Yani bir tür güvenli bölge içinde güvenli bölgeler oluşturmak. Böylece hem Türkiye'yi hem de PYD'yi memnun etmiş olacak. Buna yönelik girişimlerde bulunduğu ancak muhataplarından olumlu bir cevap alınmadığını ise şimdilik bir kenara not edin.
Eğer ABD bunu başarırsa, orta vadede PYD ile Türkiye arasında tam bir yakınlaşma olmasa da bir tür "diyalog" süreci başlatmak istiyor. Ancak bu fikrin Türkiye tarafından kabul görmediğini biliyoruz. İkinci yol ise eğer ABD Türkiye'yi "yatıştırabilirse" güvenli bölgenin dışındaki alanlarda SDG temelli bir düzen kurmak. Bunun adı SDG olmak zorunda değil. Bu düzen siyasi, ekonomik ve askeri (güvenlik) olmak üzere üç ayaktan oluşuyor. Yani uzun lafın kısası, ABD orada güçlü bir otonomiye sahip Kürt, Arap ve diğer etnik unsurlardan oluşan hükümetsel bir yapı kurmak istiyor. Çünkü Türkiye'ye kendi istediği gibi bir güvenli bölge dayatabilirse o zaman söz konusu otonom/özerk sistemi kurmanın daha kolay olabileceğini düşünüyor ABD. Burada uzun vadede güvenemediği tek unsur ise Araplar. Zira Arapların aşağıya süpürülmüş ve demografik derinliğini kaybetmiş PYD-YPG ile hangi amaç için neden ittifak yapacağı gerçekten merak konusu.
Üçüncü yol ise daha çetrefilli ve maliyetli olabilir ABD için. Pentagon ve dışişlerinden bir grup YPG'nin Suriye rejimi ile ne olursa olsun bir anlaşma yaparak Türkiye'nin güvenli bölge fikrini tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için de ABD hem Rusya hem de rejimle görüşmeler gerçekleştiriyor. Yanı işin özü şu; ABD bir taraftan Ankara ile sıkı bir müzakere süreci yürütürken diğer yandan bütün aktörlerle yakından temas içinde. CENTCOM'un en yetkili ismi olan Votel'in PKK'nın saha liderlerinden bir olan ve Türkiye tarafından aranan teröristler listesi içinde yer alan Mazlum Kobani (Ferhat Abdi Şahin) ile görüşmesi bunu gösterir nitelikte. Tabii böylesi bir senaryoda ABD'nin asıl anlaşması gereken aktörün Rusya olması gerektiği ise oldukça açık. Rusya'nın ABD'nin yönettiği bir sürece güvenmesi ise pek mümkün değil.
Türkiye ise ABD'nin neyi ne kadar verebileceği konusunda çok ciddi şüphelere sahip. Güvenli bölge konusunda müzakerelerin uzaması Ankara'ya zaman kazandırmak yerine baskı oluşturuyor. Zira ABD Türkiye ile müzakere yürütürken asıl amacı Türkiye'nin istediği gibi bir güvenli bölge oluşturularak Suriye'den çekilmek değil. Tam tersine müzakereleri Türkiye'yi yatıştırmak için bir zaman kazanma yöntemi olarak kullanmak istiyor. Bu durumda Türkiye'nin kendi opsiyonlarını oluşturması gerekiyor. Türkiye sahadaki gerçekliği kendisi oluşturmak zorunda kalabilir. Yani "önce hareket et sonra anlaş" ilkesi Türkiye'nin opsiyonları arasında yer alıyor. Bunun yanı sıra Rusya'nın da Fırat'ın doğusuna yönelik sürecin içine dahil edilmesi düşüncesi hafife alınmamalı. Bu ise İdlib'teki süreç ile yakında ilgili olacak gibi görünüyor.
Bu iki mesele Türkiye'nin bundan sonra Suriye'de nasıl bir pozisyon alacağını doğrudan etkilemekle birlikte Soçi zirvesinin ardından Türkiye İdlib'de yeniden zaman kazanmış olsa da bu meselenin nasıl çözüleceği hala merak konusu. İdlib Türkiye için önemli fırsatlar barındırıyor ancak aynı zamanda bir soruna dönüşme riski içeriyor. Her şeyden önce Rusya İdlib üzerinden Türkiye'ye yönelik çözüm baskısı oluşturuyor. Moskova'nın "ya çöz ya operasyona razı ol" siyaseti ister istemez Türkiye'nin ABD ile yürüttüğü müzakere sürecini de etkiliyor.
İşin özeti şu, Türkiye hem İdlib'de hem de Fırat'ın doğusunda daha fazla inisiyatif alarak kendi çözümünü masaya koyarak fiili bir durum oluşturulabilirse aynı anda her ikisinde de hızlı bir ilerleme sağlayabilir. İdlib için formül şöyle aslında ılımlı muhalefeti güçlendir, HTŞ'yi baskıla ve çözüme razı et! Fırat'ın doğusu için ise Türkiye hariç kimsenin elinde ciddi bir plan yok.
[Sabah, 23 Şubat 2019].