Türkiye ile İsrail uzun süren müzakerelerin ardından Mavi Marmara katliamı sonrasında bozulan ilişkileri normalleştireceklerine dair anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Açıklamaya bakıldığında Türkiye'nin taleplerinin önemli bir kısmının karşılandığını görüyoruz. Özür ve maddi tazminatın dışında İsrail Aşdod Limanı üzerinden Türkiye'nin yapacağı insani yardımları da kabul etti.
Bu anlaşma ile Türkiye, Gazze halkının günlük yaşamını dayanılmaz hale getiren birçok soruna doğrudan müdahale etme imkânı bulacak. AFAD tarafından organize edilecek yardımlar ile Gazze'de 200 yataklı bir hastane, elektrik santrali ve deniz suyundan su arıtan bir santral inşa edilecek.
Ama her şeyden önemlisi bu anlaşma ile uzun süredir Hamas'ın El Kaide'den ya da DAEŞ'ten bir farkı olmadığını iddia ederek Türkiye'den Hamas'ın Türkiye'deki faaliyetlerini durdurmasını talep eden İsrail, Gazze halkının meşru temsilcisi Hamas'a karşı yürüttüğü propaganda savaşını kaybetmiş oldu. Böylelikle İsrail'in uluslararası alanda Hamas'ın siyasi kanadına yönelik yürüttüğü mücadele büyük yara aldı. Bu anlaşma sonrası İsrail'in diğer devletlerden Hamas'ın siyasi kanadının gayri meşru olarak tanımlanmasını talep etmesi neredeyse imkansız hale geldi.
Hamas tarafından yapılan açıklamalara bakıldığı zaman, Hamas'ın bu anlaşmanın Hamas'a ve Gazze halkına kazandırdıklarının farkında olduğunu ve desteklediğini anlıyoruz. Buna rağmen Türkiye'de bazı kesimlerin farklı nedenlerle bu anlaşmaya karşı çıktıklarını görüyoruz.
Bu kesimler arasında her fırsatı hükümete ‘çakmak' için kullanan paralel ihanet çetesini, hükümet ne derse tersini demeyi muhalefet etmek zanneden müzmin muhalifleri ve Suriye'deki yıkımdan doğrudan sorumlu olan İran‘ın adeta ajanlığını yapan kesimleri dikkate almaya değmez.
Buna rağmen romantik İslamcılık adına maksimalist taleplerle anlaşmayı reddeden, Hamas‘tan çok Hamasçılık yapan kesimlerin tavrı daha büyük bir soruna işaret etmektedir. Meselenin özü aslında basit; hükümet uluslararası konjonktürde ortaya çıkan yeni dengeleri, devletin ekonomik ve güvenlikle ilgili kaygılarını gözeterek İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye karar verdi. Bu yapılırken acele edilmedi ve çetin müzakereler sonucunda olabildiğince çok kazanım elde edildi. Sonuçta ortaya iki tarafın da üzerinde mutabık kaldığı bir metin çıktı.
Buna rağmen böyle bir anlaşma ile ne devlet İsrail'e açık bir çek vermektedir ne de sivil toplum kuruluşlarından ya da halktan İsrail‘in Filistin halkına karşı sürdürdüğü gayri meşru işgalleri, apartheid uygulamalarını meşru görmesini talep etmektedir. STK'lar tanımları gereği devletten bağımsız olması gereken oluşumlardır ve Filistin halkının meşru taleplerini, haklarını savunmak konusunda kendi bildikleri yolda yürümekte özgürdürler. Diğer taraftan farklı zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamaları göstermektedir ki, Türk halkının bütün kesimleri ile üzerinde mutabık olduğu nadir konulardan biri İsrail'in zulmüne karşı çıkmak ve Filistin halkının yanında olmaktır.
Sonuçta politikanın ama özellikle de dış politikanın romantizm ve maksimalist taleplerle yürütülecek bir alan olmadığı açıktır. Siyasetçilerin zaman zaman müzakerelerde ellerini güçlendirmek ya da karşı tarafı sıkıştırmak adına dile getirdikleri maksimalist taleplerin müzakereye kapalı olduğu zannedilmemelidir. Romantik İslamcılığın çıkmazı ise tam da burada ortaya çıkmaktadır. Dünya üzerindeki hiçbir dengeyi konjonktürü dikkate almadan hayal dünyasında lafla peynir gemisi yürütmek kulağa hoş gelmektedir. Fakat devletler arasında böyle bir ilişki biçimini yürütmenin mümkün olmadığı gayet açıktır.
[Zaman, 28 Haziran 2016].