Sol ve şiddet ilişkisi Türkiye’de zaman zaman gündeme gelen, genellikle de eski sosyalist, günümüz liberal aydınlarının eleştirel yazılarıyla tartışmaya açılan eskimeyen bir konudur. Beni bu yazıyı yazmaya iten temel saik ise sosyal medyada, televizyon tartışma programlarında, hatta akademik çevrelerde devrim güzellemesi yapan, kendisini devrimci olarak niteleyen sayısız insanı devlet şiddetini eleştirirken görmem oldu diyebilirim. Bunu en net ve sık olarak 2015 yazından beri PKK ile yürütülen terörle mücadele operasyonlarına dönük eleştirilerde görüyoruz. En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, devlet şiddeti, orantısız şiddet uygulamaları elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. Sanırım bugün 1990’ların terörle mücadele yöntemlerini, beyaz torosları, JİTEM’i eleştirmeyenimiz yoktur. Ancak devletin, İHA’lardan kalekollara ve askeri(!) barajlara kadar kullandığı şiddet enstrümanlarını kendi iç tutarlılığını kaybetmeden eleştiremeyecek bir kesim varsa o da kendini devrimci olarak niteleyenlerdir.
Sol ve şiddet sarmalı genellikle birbiriyle ilişkili iki öge barındırır: (a) solun başta devlet olmak üzere kapitalist unsurlara yönelik mücadelesinde şiddet kullanma yoluna başvurması ve sonra (b) kapitalizmin unutulup kendi kendini yiyip bitiren sol içi şiddetin türemesi. Ben tartışmayı bu yazıda bir merhale daha ileri taşımak istiyorum. “Kendi kendini yiyip bitiren sol içi şiddet” dedik ama aslında şiddet solu bitiren değil, tam tersine solun varlığını borçlu olduğu yegane araçtır. Hatta bu yüzden devrim sürecinde mecburen başvurulan bir araç olarak işlev gören şiddet zamanla özgürleştirici bir araç olarak görülür ve hatta başlı başına bir amaç haline gelir.
Devrimci sol, düzeni ve düzenin koruyucusu devleti yıkmak için şiddeti araç olarak kullanır dedik ama aslında ne şiddet ne de devlet devrimle yok olur. Tam tersine şiddet kullanarak devrim yapan sol, devrimi yaşatmak adına şiddeti bu sefer devrim sonrası devlet düşmanlarına karşı kullanmak zorundadır. Bir başka deyişle devrimci sol, savaşarak asla getiremeyeceği bir barışı getirmek adına, yani barış için savaşmak tezatından ibarettir. Aslında bu yüzden Lenin’e yapılan teori ve pratik arasındaki uyumsuzluk eleştirisi yersizdir. Zira Lenin başta olmak üzere tüm tutarlı devrimciler kuracakları proleterya diktatörlüğünün şiddet unsurunu olağanca kullanacağından bihaber değildir.(1) Devrimci sol şiddetsiz var olamaz, ne devrime kadar ne de devrimden sonra. Bu şiddetse liberal toplumlarda bir köşede trafik cezası kesen polisten yahut Slavoj Zizek’in tabiriyle mevcut sosyo-ekonomik sistemin çıplak gözle görülmeyen “sistemik şiddet”inden çok daha öteye gider, çok daha can acıtır. Devrimci sol, gulaglar, işkence merkezleri, siyasal infazlar ve gündelik hayatın her alanına sirayet eden yalın şiddetsiz düşünülemez.
LİBERALİZMİN SENTEZİ
İster devrim sürecinde olsun isterse de devrim sonrasında şiddeti terk eden sol, devrimciliğini yitirir, zamanla liberalizm tarafından evcilleştirilir ve soldan geriye liberal sol, bir başka tabirle liberalizmin bir yorumu kalır. Aslında iyi de olur. Bu sentez solun yıkıcı, baskıcı, şiddeti kutsayan yönünü, yani devrimci solun devrimci yanını çöpe atmış, bununla da kalmayarak liberalizmin ise mülkiyet hakkına atfettiği önemin toplumsal eşitsizliği sürdürülemez seviyeye çıkaracak yan etkilerini törpüleyebilmiştir. Bir başka deyişle liberalizm, kendi sonunu getirecek sürdürülemez eşitsizliği sol eleştiriler sayesinde sürdürülebilir bir seviyeye çekmiş ve kapitalizmin ömrüne ömür katmıştır. Liberalizm bu sentezi öyle başarılı yapmış ve kabul ettirmiştir ki artık sola hayat veren, solun sahibi olan devrimci sol radikal yahut marjinal sol olarak adlandırılmakta ve cari geçerliliği ve değeri bakımından bir kenara itilmektedir. Ancak unutmayalım ki gerek entelektüel gerekse de pratik tarihi bakımından sol devrimcidir. Yok, eğer siz solu tanımlarken Marx’ı, Engels’i, Lenin’i değil de mesela Barack Obama’yı veya Stephen Colbert’i referans alıyorsanız Marx’ın ve Lenin’in hatırasına sadık kaldığınız pek söylenemez.
Dolayısıyla günümüz sol siyasetini kabaca ikiye ayırmak mümkündür: devrimci sol –ki bu köklerine sadık olan soldur- ve liberal soldur –ki bu liberalizm tarafından evcilleştirilmiş ve iyi ki de bu akıbete uğramıştır. Devrimci sol ideoloji (ki buna su ka-tılmamış sol da diyebiliriz, yani dönemin şartlarına göre değişen oranlarda liberalizme iltihak etmemiş sol) adından belli olduğu üzere gerçekleştireceği devrimle yeni bir düzen kurmak için mevcut düzeni yıkmayı amaçlar. Yani devleti ele geçirip idealindeki totaliter devleti kurana kadar devlet düşmanıdır. Devletse bir kurgu olduğuna göre ete kemiğe bürünmüş düşmanlar devleti yöne-tenlerden başlamak üzere askerler, polisler, öğretmenler, imamlar, neyse uzatmayalım, kısaca memurlar, memurlara destek ve-renler, kısaca devrimci olmayan herkestir (ki bu süreç genelde zamanla farklı devrimci fraksiyonların iç kavgasına dönüşür). Yani mevcut devlet yıkılacaksa (ki devrimci solun amacı zaten budur) devrimcilerin devleti savunacak olanlara karşı bir savaş vermesi kaçınılmazdır. Bu savaşta devleti silahlarıyla savunacak asker ve polislerin yanı sıra devletin ideolojik aygıtının parçası olan propaganda işlevini icra eden öğretmenlerden imamlara kadar büyük bir kitle de ister devlet kurgusunun içinde değerlendiril-sin, ister ajan yahut işbirlikçi adıyla anılsın devrimci şiddetin hedefi olacaktır.
DEVRİM SAVAŞLA MÜMKÜN
Dolayısıyla Che baskılı tişörtleriyle, yeşil parkalarıyla sol yumrukları havada devrim sloganları atanların içinden kavram kargaşası yaşayanları, siyasal romantikleri bir yana koyarsak bu işi bilerek ve rasyonel şekilde yapanların aslında demek istedikleri şudur: Öldüre öldüre devleti yıkalım ki hayalini kurduğumuz mutlak devleti kurabilelim: Devlet kurmak için devlet yıkmak, barış için savaşmak... Savaşmak için silah lazımdır, 1960’lı yılların Türk devrimcileri silah alabilmek için banka soymuş, silah kullanabilmek içinse o günlerde dünya çapında sol örgütlere eğitim sağlayan Lübnan’daki kamplarda silahlı eğitim almıştır.
Bu yolda pek çoğu kurtarmaya çalıştıkları topluma, o eleştirdikleri “emperyalistler”den ve “kompradorlar”dan bile daha ya-bancı oldukları için toplumsal destek bulamamış ve neden toplum tarafından yalnız bırakıldıklarını sorgularken devletin gerek gördüğünde ne denli şiddet kullanabildiğine şaşkınlıkla tanıklık etmişlerdir. Bu topraklarda gerçekleşmesi hayalden öteye geçe-meyecek bir ülkü uğruna, kah bir dar ağacında kah askerle çatıştıkları bir köy evinde hayatlarının baharında hayatlarından olmuşlardır. Türkiye gerçekliğini okuyamayan, ne toplumun devrim fikriyle mesafesini ne de devletin şiddet üretme kapasitesini tahmin edebilen bu gençlerin yine de bir konuda hakkını teslim etmek gerekir. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakka-ya gibi Türk devrimci solunun günümüzde halen popüleritesini koruyan sembolleri gerçek (liberalleşmemiş) solun devrimci oldu-ğunu ve devrimin de kan dökmeden, cinayet işlemeden hatta geride binlerce ceset bırakacak bir iç savaş çıkarmadan mümkün olmadığını görmüşlerdir. Zaten aklı başında hiçbir devrimci de farklı düşünemez. Türkiye ölçeğinde devrim demek devrim için öldürülecek asker, polis, siyasetçi, öğretmen, imam vesaire toplandığında birkaç milyon cansız beden demektir. Bu yüzden 1960 ve 70’li yılların devrimcileri “devrimci halk savaşı” başlatmış, “kurtuluş orduları” kurmuşlardır, çünkü bu kadar insanı ancak bir orduyla öldürebilirsiniz. Burada ne “savaş” ne de “ordu” kavramları birer metafordur, çünkü bir devrim olacaksa bu ancak bir savaşla mümkün olur ve savaşlar ordularla kazanılır. Tekil terör eylemlerinden gerilla savaşına, gerilla savaşından cephe savaşı-na, ve cephe savaşından devrime, devrimden terör (korku) devletine gidecek yegane yol budur. Nitekim PKK cenahının Gezmiş, Çayan, Kaypakkaya üçlüsüne bu denli itibar etmesinin sebebi de budur, zira PKK kendi yöneticilerinin tabiriyle bu üçlünün verdiği savaşı devam ettirmektedir.
O halde Marx’tan Lenin’e, Mao’dan Gezmiş-Çayan-Kaypakkaya üçlüsüne, DHKP-C’den PKK’ya kadar bu denli merkezi bir yeri olan şiddet ortadayken nasıl olur da bugün devrimci sol bir ideoloji benimsediğini iddia eden, bu akıma sempati besleyen-ler kendilerini şiddet karşıtı pasifistler olarak tanımlayabilmektedir? Aslında bu sorunun cevabı pek de zor değil. Ya devrimci solu Che baskılı tişört giymekten ibaret sanan kafası karışıklardandırlar ya da şiddete karşıyız derken aslında kasıtları devlet şiddetidir. Devlet şiddetine karşı olmak tabii ki mümkündür ve hatta elzemdir zira devlet gibi hukuken ve büyük ölçüde fiilen de şiddet kullanma tekeline sahip bir dev yapıyı meşru sınırlarında tutmak liberal düşünce için de bir olmazsa olmazdır. Ancak devrimci solun devlet şiddetine eleştirisi bu zeminde değerlendirilemez. Zira burada söz konusu olan şiddeti olumsuzlamak değil, beklenen devrimin bir türlü gerçekleşmemesinin sebeplerinden olan devlet şiddetini eleştirmektir. Yoksa devrim güzellemesi yapan birinin tutarlı bir şekilde şiddeti eleştirmesi mümkün olamaz. Devlet terörü, orantısız şiddet, devletin hukukun dışına çıkması gibi eleştirel ifade kullanacak olanların öncelikle dillerinden ve fikirlerinden devrim fikrini söküp atmaları gerekmektedir.
(1)Artık klişeleşen, Lenin’in barışçıl ve insani devrimini Stalin’in şiddet sarmalına götürdüğü eleştirisine karşı şiddetin Lenin’in kendi düşüncesinde de devrim öncesi ve sonrasında merkezi bir konumda olduğuna dair James Ryan’ın Lenin’in Devlet ve Devrim’i ve Sovyet Devlet Şiddeti (Lenin’s State and Revolution and Soviet State Violence) isimli makalesine bakılabilir.
[Star Açık Görüş, 1 Ekim 2017].